Fes, 1828’de kavuk giymenin yasaklanmasının ardından şapka kanunun çıktığı 1925 yılına kadar, Osmanlı erkeklerinin başından eksik etmediği bir aksesuardır. Keçe veya çuhadan yapılan fes; tepesi düz, kesik koni biçiminde, siperi olmayan başlıktır. Üstündeki düz kısma tabla denir. Tablanın tam ortasında ibik ve ibiğe bağlı olan püskül yahut ibrişim bulunmaktadır. Fes genellikle rengini kızılcık boyasından almakla birlikte, birçok renkte fes üretilmiş; vişneçürüğü, narçiçeği, güvez, siyah ve beyaz renkte fesler de giyilmiştir.
Kullanım olarak tarihimizdeki yeri 97 yıl ile sınırlı olsa da, fes konusu günümüz de bile tartışılan sıcak bir konu olma vasfını hiçbir zaman kaybetmemiştir. Tarihimizde İslamla ilişkilendirilen bu aksesuarın, aslında İslam ile hiçbir ilgisinin olmadığı pek de bilinmemektedir. Bu yazı, sizlerin fes ile ilgili bilgilerinizi tazelemek ve ayrıca yanlış bildiklerinizi düzeltmek amacıyla kaleme alınmaktadır.
Fesin ilk olarak orta çağda Bizans ve Yunan başlığı olarak kullanıldığı varsayımı mevcut olmasına rağmen, fesin ilk üretim ve kullanım yeri olarak Afrika’da bulunan Fas şehri kabul edilir. Ancak 16.yy ve 17.yy’da İngiltere, daha doğrusu İskoçya da fesin kullanılması ve bu dönemde Fas’ın İngiliz sömürgesi durumunda olması, olayı daha da karmaşık hale getirmektedir. Yani Osmanlı Devleti fes konusunda İngilizlerden etkilenmiştir. Buna kanıt olarak, İngiliz coğrafyacı Richard Hacluyd’un 1589 da yayımlanmaya başlanan İngiliz Ulusunun Belli Başlı Deniz Seferleri, Gezileri ve Keşifleri isimli çalışmasında, o dönemde İstanbul’da bulunan İngiliz elçisi Sir William Harborne’a Kraliçe Elizabeth’in verdiği talimat gösterilebilir. Talimatta “Cezayir ve Tunus’ta ‘Bonettos Colorados Rugios’ (kırmızı renkli başlık) olarak bilinen İskoç başlığı için Türkiye’de pazar bulunmasını” istemiştir.
Osmanlı fes ile 16. yy’da Cezayirli gemiciler aracığıyla tanışmıştır. Bu dönemde fes, kadın giysilerinde de modaya uygun olarak görülmekte ve kullanılmaktaydı. Ancak Osmanlı Devleti’nin fes ile resmi olarak tanışması Sultan II. Mahmut döneminde olmuştur.
Tarihe Vaka-i Hayriye olarak geçen yeniçeri ocağının kaldırılmasının ardından, ocağın yerine “Asakir-i Mansure-i Muhammediye” kurulmuştur. Sultan II Mahmut, kurulan bu yeni ordunun her yönüyle çağdaş olmasını istediği için, askerlerin elbiselerinin de eski sistemden farklı olması gerektiğini düşünüyordu. Bu amaçla ilk etapta Şubara denilen yuvarlak tepeli ve dilimli çuhadan yapılmış başlıklar denendi. Ancak bu başlıklar kullanışlı değildi. Özellikle yağmurlu havalarda deforme oluyordu. Bu olaylar yaşanırken 1827 Rum isyanından İstanbul’a dönen, Kaptanıderya Koca Hüsrev Paşa’nın fes takan gemicileri, insanlarda büyük ilgi uyandırmıştı. Şubaralara oranla daha düzgün ve kullanışlı olan fesleri, Cuma selamlığı çıkışında askerlerin kafasında gören Sultan II. Mahmut çok beğenince, Asakir-i Mansure-i Muhammediye’de görev alan askerlerin de fes giymesine karar verilmiştir. Dönemin en büyük askeri birliğinin de bu aksesuarı kullanmasıyla, 1832 yılında fes giyilmesi resmen kabul edilerek bütün ülkeye yayılmıştır. Bazı din adamları fes takmanın ‘dinen caiz olmadığı’ yönündeki söylemleri ayyuka çıkmıştır. Bu durumu düzeltmek için de, Sultan II Mahmut dönemin şeyhülislamına fes takmanın caiz olduğuyla alâkalı fetva bile verdirtmiştir.
Gelelim olayın gerçek veyahut sorgulanması gereken bölümüne; yukarıda da belirttiğim gibi 16.yy sonlarında kraliçe Elizabeth’in verdiği talimatta, İngiliz üretimi fesler için bir pazar yaratılması gerekiyordu. Bilindiği üzere 1838 yılında İngilizlerle yapılan Balta Limanı Ticaret Anlaşmasıyla İngilizlere birçok alanda çeşitli imtiyazlar verilmiştir. Bunlardan bir tanesi de İngiliz üretimi feslerin ülke içinde pazarlanmasıdır. Dolaylı olarak bu talimatı yerine getiren Sultan II. Mahmut, 1832 yılında fes takılmasını zorunlu hale getirerek bu konuda bir pazar oluşturmuştur. Bu Pazar 1925 yılında yapılan kılık-kıyafet devrimine kadar işlevini hiçbir zaman yitirmemiştir. Fes, Osmanlı’da dini bir anlam içeriyordu veyahut içermiyordu, bu tartışmaya açık bir konudur. Ancak fesin Osmanlı Devletine gelişinin dini olarak hiçbir temeli yoktur. [pullquote_right]Dönemin alimleri, fesi gâvur icadı olarak nitelendirmiştir.[/pullquote_right] Sonradan fes toplumda öyle ya da böyle kabul görmüş ve benimsenmiştir. Toplumca benimsenmiş olguların değiştirilmesi, kurulmasından elbette daha zordur. 1925 yılında yapılan kılık-kıyafet devrimi ile başta Mustafa Kemal ATATÜRK olmakla beraber, bu devrimi yapanlar ağır eleştirilere maruz kalmışlardır. Atatürk çağdaşlaşma yolunda radikal olduğunu kabul ettiğimiz şapka devrimini yapmış ve bunun sonucu olarak bazı kesimlerce ‘İslam’a zarar vermek’ ile suçlanmıştır. Atatürk 27 Ağustos 1925 de İnebolu’da yaptığı bir konuşmada bu suçlamalara şöyle cevap vermiştir.
“Bunu (şapkayı) caiz değil diyenler vardır. Onlara diyelim ki, çok bilgisizsiniz, dünyadan habersizsiniz. Ve onlara sormak isterim. Yunan başlığı olan fesi giymek caiz olur da şapkayı giymek neden olmaz? Yine onlara ve bütün millete hatırlatmak isterim ki, Bizans papazlarının ve Yahudi hahamlarının özel kılığı olan cübbeyi ne vakit, ne için ve nasıl giydiler?”
Uzun lafın kısası, Sultan II. Mahmut; Osmanlı Devletine fesi getirdiğinde ona karşı çıkıp, olayı dini ya da siyasi boyuta çekmeye çalışanlarla, Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’ne şapkayı getirdiğinde ona bu tepkiyi verenler, farklı yüzyıllarda yaşayan ancak aynı zihniyete sahip insanlardır. Bütün bu anlatılanlardan yola çıkarak şunu söyleyebiliriz ki fes; Osmanlı Devletine yabancı devletler tarafından getirilmiş, bir aksesuar olarak kullanılmak yerine belli başlı kesimlerce bir “sembol” olarak görülmüş ve şapka devrimi ile 97 yıllık tarihi serüvenine son vermiştir. Burada anlamamız gereken en önemli nokta, başımıza taktığımız fesin yahut şapkanın yalnızca bir aksesuar olduğu ve asıl olanın zihniyet ile alakalı olduğudur. Yazıma Mustafa Kemal Atatürk’ün şu sözleriyle son vermek istiyorum…
“Mesele başlık değil, baş meselesidir.”
KAYNAKÇA
Sinan Meydan “Atatürk ile Allah Arasında”
http://sinanmeydan.com.tr/
http://www.ahmetakyol.net/
tansu
Osmanlıcılık akımının tekrar ortaya salınmaya çalışıldığı şu günlerde böyle bir konuyu kaleme almış olman hoş olmuş. Osmanlıca-Türkçe çatışması da fes-şapka çatışması gibi anlamsızdır. Bu konuyla ilgili bir yazı da bekliyoruz.
Teşekkür ederiz eline emeğine sağlık.