Şu an kendimi de şaşırtarak bir film önerisine azıcık da film eleştirisi tadında bir yazıya başlıyorum. Bu alan bana hem yabancı hem de biraz zor. Film konusunda konuşması gereken en son kişi bile olabilirim, kendimi bu alanda hep çok yetersiz görmüşümdür. Konu roman, öykü, şiir, deneme yani edebiyat oldukça kendimi güvende hissediyorum ve bir başlarsam susmam oldukça zor oluyor. Ama dediğim gibi film konusunda IMDB ilkleri veya vizyondaki filmler dışında çok geniş bir kültürüm olduğunu maalesef söyleyemem. Bunu kendimde bir eksiklik olarak görerek son bir yıldır bu eksikliği yenmek için kendimce hayli çaba gösterdiğim söylenebilir.
İyi ki de kendimi bu konuda zorluyorum ve ara sıra gözümden kaçmış olan “Yeraltı” gibi filmlere denk geliyorum. Bir heves, belki benim gibi gözünden kaçmış olanlar için bu yazımda “Yeraltı” dan biraz bahsetmek istedim.
Her şeyden önce filmin oldukça ağır ilerlediği ve bazı sahnelerin size anlamsız gelebileceği konusunda küçük bir uyarı yapmakta fayda görüyorum. Öneri olarak sunduğum filmin arkasında duramamam biraz ilginç olabilir ancak bu tür filmlerin seveni çok olduğu gibi nefret edeni de çoktur. Ben sevdim ve oldukça başarılı buldum ama şimdiden bu iç karartıcı ve izleyiciyi bunaltma potansiyeli yüksek konu, senaryo ve sahneler için uyarımı yapayım, daha sonradan izleyenler zaten ne demek istediğimi anlayacaktır.
Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ının uyarlaması olan Yeraltı, özellikle Türk yapımı filmleri takip edenlerin adına ve başarılarına aşina olduğu usta bir yönetmenin eseri. Senaryosunun da yönetmenine yani Zeki Demirkubuz’a ait olduğu bu filmin başrolü ise Engin Günaydın. “Burhan Altıntop” severlere buradan selam olsun ancak bu filmde karşılarında bir Burhan Altıntop bulmayı hiç beklemesinler. Yeraltı’ndaki Muharrem karakteri, Engin Günaydın’ı benim gibi başka bir rolde izlememiş olanlar için küçük bir şok etkisi yaratabilir. Ben önceden Günaydın’ın bu kadar yetenekli bir oyuncu olduğunu fark edememişim, mimikleri, tonlaması, her şeyiyle o kadar başarılı yansıtıyor ki karakterin iç bunalımını. Üstelik rolü de oldukça zorlayıcı, psikolojik açıdan hastalıklı bir karakter.
Muharrem’i size baya bir hayıflanarak anlattım ancak gerçekten de zorlayıcı bir adam kendisi. Önceden yazdığını bildiğimiz ama yazı yazmayı bırakmış, işinden ufacık bir zevk almayan, karşılıklı iletişim kurmaya tenezzül etmediği bir grup insanla dört duvar arasına sıkışmış bir memurdan bahsediyoruz. Ailesi yok, arkadaşı olup olmadığı konusunda ise büyük bir soru işaretleri var. Adamakıllı iletişim halinde olduğu, bir iki çift laf edebildiği tek insan evine temizliğe gelen “Türkan”. Bu iletişim sizi yanıltmasın, sevgiden, merhametten veya başka herhangi bir duygudan uzak, öylesine bir ilişki bu, arkadaşlık desen o da değil. Bana göre her şeye karşı büyük bir nefret duyan ve yaşadığı dünya ile kavgalı olan Muharrem’in bilincini yitirmemek, aklını oynatmamak için için sıkı sıkı tutunduğu son dal Türkan ile olan 2-3 dakikalık sohbetleri.
Yeri gelmişken bu kadar başarılı bir oyuncuyu anmadan geçmek doğru olmaz sanırım. Türkan’ı Nihal Yalçın canlandırıyor. Türkan, hayatın acımasızca sürüklediği yoksul, çaresiz ve ezilmiş bir kadın, bir anne. Nihal Yalçın sizi oynadığı karaktere sonuna kadar inandırıyor. Oyunculuğunu özellikle çok beğendiğim bir sahne var, Türkan’ın evin penceresinden sokağı boş bakışlar ile izlediği. Bu tür repliksiz, müziksiz, tek bir oyuncuya odaklanılmış ve uzun bir süre, oyuncunun gözleri ve nefes alışından başka bir değişikliğe yer verilmeyen sahneler daha çok sanat ağırlıklı filmlerde kullanılır ve Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz gibi yönetmenleri takip edenlerin aşina olduğu bir tekniktir. Zevk bu kişiden kişiye değişir, değişmeli de zaten ama beni bu tür sahneler, sebebini anlayamadığım bir biçimde çok etkiler. Daha hareketli, replikli sahnelerde alamadığım duyguları en yoğun haliyle bu sahnelerde alır ve hissederim. Nihal Yalçın’ın da başarıyla altından kalktığı bu sahnede Türkan’ın çaresizliğini, bıkkınlığını ve yaşam mücadelesini gözlerinden, yutkunuşundan, nefes alışından bile hissetmek mümkün, oldukça etkileyici.
Türkan’dan Muharrem’e karamsar bir dönüş yaparsak şundan bahsetmek gerekir ki, Muharrem kötü olan her şeye karşı konulamaz bir çekim hissediyor. Ölüm, kavga, hastalık, mutsuzluk… Belki kendi mutsuzluğundan değil ama başkalarınınkinden kesinlikle zevk alıyor. İnsanları umursamadan yaşıyor ama kendi içinde en ince detayları gözünde büyütecek kadar hastalıklı/takıntılı bir adam. Ara sıra histeri nöbetleri geçiriyor ve kafası çoğu zaman gidip geliyor, onun yaşadığı bu gelgitler sahnelerdeki bilinçli bir kopukluk ve belirsizlik ile bize de yansıtılıyor.
“Her şeyle aramda gizli bir kavga başladı ama bunu umursayacak, geri adım atacak biri değildim.”
Bir sahnede Muharrem’in soğuk sesinden duyduğum bu cümle beni tekrar tekrar okudukça hala ilk andaki gibi tedirgin ediyor. Sanki bizi, hepimizi anlatıyor. Muharrem depresyonun kapısına dayanmış hatta o kapıyı çoktan yıkıp geçmiş bir karakter olarak bu cümleyi kursa da, hepimizin her şeyle kavga etmeye başladığımız anlar olmuyor mu? Bütün olumsuzlukların üst üste geldiği, iyi insanların azaldığını fark ettiğimiz, dünyanın karanlığına şaşırdığımız ve her şeyi o an orada bırakmak istediğimiz anlar. Demirkubuz, Muharrem gibi bir insanın nasıl yavaş yavaş eridiğini, yalnızlaştığını, topluma yabancılaştığını ve hırs ile nefret ile bir bünyenin kendi kendini yiyip nasıl bitirebileceğini o kadar güzel anlatmış ki. Biraz karamsar bir düşünce de olsa, Muharrem bana kalırsa bu gidişle hepimizin muhtemel sonunu temsil ediyor. Savaşların ve insan hırslarının her geçen gün daha kötü olaylara yol açtığı bu dünyada hepimizin çıkmaza sürüklendiği bir senaryo öyle çok da imkansız değil doğrusu.
Muharrem, kendisinin de belirttiği gibi her şey ile kavgalı bir karakter, camlarına patates atıp kırarak susturduğu gece 12’den sonra müziğin sesini fazla açan karşı apartmandaki gençler ile ara sıra da sebepsizce yolduğu saçları ile ama en çok da kendi geçmişi ile. Muharrem’in en büyük kavgası eskiden çok yakın oldukları tahmin edilebilen yazar arkadaşlarıyla, Cevat’la aslında. Cevat yeni romanı ile ödül alan ve böylece bir anda edebiyat dünyasında belli bir seviye atlayan bir yazar. Olay çok açık olmasa da Muharrem’in gözünden izleyiciye hissettirilen, Cevat’ın ödül aldığı romanının Muharrem’in çalışmalarından çalıntı olduğu ve aslında bunu kendi arkadaş çevresinin bilip susması. Zamanla bunu içine atan ama hırsı yüzünden akıl sağlığını kaybedecek noktaya gelen Muharrem, yıllardır görüşmediği arkadaşları ile Cevat’ın kutlama yemeğinde kendini zorla davet ettirerek bir araya geliyor, ama ne onlara derdini anlatabiliyor ne kendi içini rahatlatabiliyor. Ve o yemekten sonra Muharrem, insanlara olan tiksintisi daha da artmış, insanlara iyice yabancılaşmış ve kendine olan özgüvenini tamamen yitirmiş bir adam olarak öncekinden çok daha yıpranmış bir halde hayatına devam ediyor. Eğer buna hayat denebilirse tabii…
Film hakkında ilgi çekici bir detay var ki paylaşmadan geçmek istemedim. Doğruluğundan emin olunamadığı için burada ancak çekine çekine yer verebiliyorum bu “dedikodu”ya. Filmdeki Muharrem’i depresyona sürükleyip insanlardan uzaklaştıran, ona yazı yazmayı bile bıraktıran bu “fikir çalma” meselesinin Nuri Bilge Ceylan’a bir gönderme olabileceği konusunda birçok gazeteci ve film eleştirmeni hemfikirmiş. Cevat’ın Ankara Sıkıntısı adlı romanı, Nuri Bilge Ceylan’ın Mayıs Sıkıntısı’nı çağrıştırmıyor değil gerçekten de. Ancak ileri sürenleri tetikleyen tek ayrıntı bu olmasa gerek. Demirkubuz ile yapılan röportajlarda, kendisi bu iddiayı açıkça reddetmese de, filmi tabii ki intikam amacı ile yapmadığını ama birtakım duyguların işlerine yansımış olabileceğini söyleyerek soru işaretlerini olduğu gibi yerinde bırakmış.
İzleyen olursa neye inanır bilmem ama ben bu tür iddialara takılmanın, insanları film hakkında konuşulması gereken daha önemli şeylerden saptırdığına inanıyorum. Bana göre Yeraltı, bu tür bir sansasyondan, dedikodudan çok daha fazlası.