Bazen bayramlarda, bazense yaz tatillerinde televizyonda nadiren gördüğüm çok özel çizimli animasyonlar olurdu. Ayrıntıların mükemmel bir şekilde işlendiği, olayların yanında duyguların yansıtıldığı ve animasyonların olmazsa olmazı uçsuz bucaksız hayal gücünün nadir örneklerinin sergilendiği filmlerdi bunlar. İyi yönetilmiş bir film, iyi bir senaryo, iyi oyunculuklar ve bu durumda insanın içindekileri dışarı vuran güzel çizilmiş bir animasyon izlediğinizde, gününüzün geri kalan kısmını büyülü bir şekilde geçirmenizi sağlayacak kapının anahtarını da bulmuş olursunuz. Yürüyen şatolarla birlikte dünyayı dolaşır, arka bahçenizde kocaman tatlı bir yaratık bulabilir ve bir kedinin içinde yolculuğa çıkabilirsiniz. Yapmanız gereken tek şeyse suratınızda kocaman bir gülümsemeyle arkanıza yaslanıp çizgiler boyu akıp giden sihrin tadını çıkartmaktır. Apayrı bir hayranlık uyandıran çizimler karşısında kendinizi sıcacık bir dünyanın içinde bulursunuz. Masum, içten ve aynı zamanda hem gerçeğe fersah fersah uzak hem de yakın olabilen bu sanatın güzelliğiyle zamanın nasıl geçtiğini bile fark etmezsiniz.
Düşlerin ve Çılgınlığın Krallığı ise bu eşsiz animasyonların yapım aşamasının ve en önemlisi Miyazaki’nin anlatıldığı, 2013 yılında yönetmen Mami Sunada’nın belgesel türündeki yapıtı. Tüm belgesel boyunca Hayao Miyazaki, onun çalışma alanına ve çalışma arkadaşlarına tanık oluyoruz. Bir sohbet niteliğinde ilerliyor yapıt. Stüdyo Ghibli’nin kuruluş aşaması, Miyazaki, yıllarca onun yapımcılığını üstlenen Toshio Suzuki ve Takahata’nın yollarının nasıl kesiştiği anlatılıyor. Belgesel, Miyazaki’nin çiziminde son aşamasına geldiği The Wind Risen ve Takahata’nın yıllarca üzerinde çalıştığı The Tale of Princess Kaguyo’nun stüdyo tarafından basın açıklamasıyla projelerinin duyurulduğu döneme ışık tutuyor. The Wind Risen’da bir uçak mühendisini çiziyor ve anlatıyor Miyazaki. Belgesel boyunca ise son yapıt olarak adlandırılan bu eserin Miyazaki’nin hayatındaki gerçek yerini izliyoruz. Çocukluğundan taşıdığı izlerin karakterlerine nasıl yansıttığını ve aslında birçok sanatçının aksine anlaşılmayı ne kadar arzuladığını görüyoruz. En azından çabalamak gerektiğini söylüyor Miyazaki, anlamak için çabalamak.
20. yüzyıla ait olduğunu söyleyen birisi Hayao Miyazaki ve öyle kalmak istiyor. Bu dünyanın hazıra olan tutkusuna, insanların mutluluk arayışında geçirdiği depresif yıllara ve açgözlülüğe dayanamadığını söylüyor. Günlerini çalışarak ve elinden gelen her türlü imkânla etrafındaki her şeye yardımcı olmaya çalışarak geçiriyor. Nükleer güce karşı çıkıyor, haftasonları da nehirleri temizliyor. Her sabah ekmek alıyor, kahvaltısını hazırlayıp kahvesini yapıyor ve yürüyüşe çıkıyor. Tüm bunların her gün üç saatten fazlaya mal olduğunu biliyor ama aynı zamanda hayatı bu üç saat içerisinde anladığını da biliyor. Yorgunluğu, gelecek hakkındaki umutsuzluğu ve emekli olma isteğiyle Miyazaki kaçınılmaz sonun kendi şirketini de yakalayacağını söylüyor. Bu kaçınılmaz gerçeklik düşlerin ve çılgınlığın krallığı olan stüdyo Ghibli’yi nasıl etkileyecek merak ediyorum doğrusu. Umarım bu son, Miyazaki’nin düşündüğünden daha geç olur zira dünyanın bütün kibri ile bir sihri daha sonlandırmasını kalbim kaldırmayacak.
Görsel için
Review: THE KINGDOM OF DREAMS AND MADNESS @ CTEK, Fri Jan 23, 7:00pm