Aleksi Zorba… Zorba The Greek… 1883- 1957 yılları arasında yaşamış Yunan yazar Nikos Kazancakis’in ilk olarak 1946 yılında yayımladığı bir romandır Zorba. Hikayesi anlatılan Aleksi, Girit’te yaşamış gerçek bir kişidir. Kendi içinde yaşayan, hayatı boyunca kimseye bir eyvallah gütmemiş, hayran olunası bir kahramandır. Hayatta karşılaştığı her türlü zorluğu ve acıyı onlarla dalga geçerek alt etmeyi başarmış bir modern çağ filozofudur. Kazancakis, yaşamında derin izler bırakan Homeros, Buddha, Bergson ve Nietzsche’den sonra, ona hayatı sevmeyi ve ölümden korkmamayı öğreten kişi olarak tanımlar Zorba’yı. Ve onun ölümünü kaçırmak, onu ölümsüz kılmak için yazar bu romanı. Bize de, kendi irademizden bağımsız sürüp giden, köhnemiş hayatlarımıza bir dur deyip bu yaşam kılavuzunu okumak, anlamaya ve anlatmaya çalışmak kalır.
Deniz, santur, yaşam, kadın, özgürlük, kahkaha, raks… Zorba ile bütünleşmiş kelimelerdir. İçi daralınca denizi seyreder uzunca. Girit’in şarap rengi denizinde eritir efkârını. Fukaralık basınca santur çalar, santur çalarken yalnızca santuru düşünür. Ve obur bir kadın düşkünü, gönülçelen bir çapkındır. Canı sıkılınca, yapacak ve söyleyecek bir şeyi kalmayınca raksa vurur kendini. Basit ve hoyratça sürer yaşantısını. Hayatı böylesine hafife alışının, bu hoyratça yaşantısının altında yatan, yaşadığı dünyanın kendi zorbalığıdır. Yine de mutludur, mutluluk saçar etrafına ve ancak böyle mutlu olabilir. Cennet diye bir yer varsa eğer ve oraya gitmek kabil olacaksa birilerine; kuşkusuz bu güzelleme, hayatı Zorba gibi yaşamış kimselere mahsustur. Özgürlükte sınır tanımayan bir insandır o. Hayattan hiçbir mutluluk ve güzellik beklentisi kalmamıştır ve onu durduran sınırlardan kurtulmak için yapamayacağı hiçbir şey yoktur. Bu yüzden özgürdür işte, bizim gibi zincirleri yoktur. Bizler bu yerküre üzerinde hayatı zorba gibi yaşamak isteyen fakat bunu bir türlü beceremeyen milyonlarız. Zincirlerimiz, bahanelerimiz, bitmek bilmeyen işlerimiz, listelerimiz, deadline’larımız, hep bir yerlere yetişmeye çalışmalarımız, geç kalışlarımız, hiç varamayışlarımız…Tüm bunları bir kenara koyup, bizim dışımızda belirlenmiş her türlü kuralı ve değeri hayatımızda bir kere olsun reddedip, ‘saçma(!) bir hareket yapacak cesaret’ in kırıntısı yok hiçbirimizde. Hangimiz daha iyi çömlek yapabilmek için parmağımızı kesme cesaretini gösterebiliriz? Korkarım, cevap hiçbirimiz. Kitabın bir bölümünde Zorba patrona, “Ne zamana kadar böyle kağıt yiyip mürekkep yalayacaksın?” diye bir soru sorar. Bu hepimizin feleğini şaşırtacak ve hiçbirimizin cevaplayamayacağı nitelikte bir sorudur. Kaptırmışız kendimizi akışa, okuyor yazıyor, okulları bitiriyor, yeniden okuyor, işe giriyor, işten çıkıyor, başka işe giriyor, böyle sürdürüp gidiyoruz kısacık ömrümüzü… Ama ne zamana kadar? Yaşamın gerçek anlamını çözmeye geç kalmıyor muyuz? Ben bir bakıma şanslı hissediyorum kendimi. Genç yaşta tanıdım Zorba’yı. Yine de imrenmeden, ve itiraf edeyim onun gibi olamamanın ve olmayacağını da bilmenin verdiği hafif bir kıskançlıktan öteye gidemedi hissettiklerim. Başka türlüsü mümkün müdür, hiç düşünmedim. Ama daha doğmadan bindirilmiş yükler var sırtımızda. Tüm bunları bir kenara koyup Zorba gibi yaşamak korkutuyor bizi. Onun felsefesi her türlü bahanemizi (maddiyat, dünyanın pisliği, insanların kötülüğü…) boşa çıkarır çünkü. Acılarımızın büyüklüğünü, dertlerimizin önemini savunmak için ardına sığındığımız ne varsa yerle bir eder. Bizim de payımıza ona hayran kalmakla yetinip, kendi fındık kabuğumuz içinde yaşamaya devam etmek düşer.
Kitap boyunca gözden kaçmayan bir diğer nokta da, kadınların ruh halleri üzerine yapılan başarılı ve detaylı psikolojik çözümlemelerdir. Yukarıda da bahsettiğim gibi Zorba kadınlara fazlaca düşkün bir gönülçelendir. Bütün insanları olduğu gibi, kadınları da mutlu etmek çok hoşuna gider ve onları asla üzmek istemez. Bir kadının yalvaran sesini duyması onu altüst etmeye yeter, bir damla gözyaşı onu boğabilir. Onları o kadar iyi tanır ki, nerede ve nasıl yaklaşacağını çok iyi bilir. Kadın karakterlerden biri olan Madam Ortans, Zorba’nın “yaşlı kokona”sı, “bubulina”sı, “kira”sı, dizleri üstünde dört büyük devleti oynatan o zarif, Parisli kadın, ölüm anına dek “kanavaro”su Zorba ile evleneceğine inandı ve onun ellerini tutarak hayata gözlerini kapadı. Dedim ya, Zorba kadınları sever, çok sever. Her birini tek ve en büyük aşkı gibi. Bir kadın yatağında yalnız uyuyorsa, bu günahı bütün erkeklere yükleyecek kadar çok sever! Ölümün yanıbaşımızda kol gezdiği bu dünyada başka türlüsünü yaşamak ne kadar anlamlı ve ne kadar faydalı oluyor zaten? Aşkı da cinselliği de, içimizden geçtiği anda ve geçtiği şekilde yaşamayı bilseydik daha mı mutlu olurduk? Mümkün olan çerçevede tabii. Hem ruhsal hem de biyolojik sağlığımız için doğrusu bu mudur? Zorba bu soruların cevabını çok eskiden vermiş. Onu anlayana da, başka türlü bir cevabı arayıp bulana da aşk olsun!
Nikos Kazancakis tarafından yaratılan bu Girit destanının, 1964’te Yunan yönetmen Mihalis Kakoyannis tarafından ‘Alexis Zorbas’ adıyla çıkarılmış bir de siyah beyaz filmi vardır. Üç dalda Oscar ödülü olan bu filmin muhteşem müzikleri de, yazarının hemşehrisi Mikis Theodorakis tarafından bestelenmiş ve 20. yüzyılın efsaneleri içindeki yerini almıştır. Filmde Zorba rolünü Anthony Quinn ve Zorba’nın ‘kağıt faresi’ diye tanımladığı anlatıcı rolünü Alan Bates üstlenmiştir. Özgürlüğün anahtarını ruhunda taşıyan Aleksi Zorba, satırlardan fırlayıp Anthony Quinn’in müthiş oyunculuğuyla vücut bulmuştur karşımızda. Ve genel kabul edilen gerçekliğin aksine, filmi kitabının karşısında ezilmeyen bir anlatı olarak kalmıştır aklımızda. Eğer hala izlemediyseniz ve okumadıysanız, nacizane tavsiyem, önce kitabını okumanız olacaktır. Bakalım Antony Quinn dışında bir Zorba daha var mı sizin zihninizde canlanacak?
Zorba da, diğer pek çok Yunan eseri gibi Türk ve Yunan kültürü arasındaki benzerliklere ışık tutar. Zorba’nın yaşlı bir Türk bilgesi olan komşusundan öğrendiklerinden bahsedilir yer yer. Tesbih de çeken, rakı da içen, kahvede tavla da atan bu kavruk tenli Girit insanlarının içimizden birileri olduğuna bir kere daha inanıyor insan Zorba’yı okuyunca. Bizde ‘cacık’, onlarda ‘tzatziki’ (zazik). İşte böyle bir sarmal…
Üzerine ne kadar söz söylesek, ne kadar yazsak da zor olacaktır Aleksi Zorba’yı tanımayanlara onu anlatmaya çalışmak. Bu dünyadan gelip geçmiş pek çok büyük edebiyatçının ortak talihindeki gibi, değeri kendi zamanından çok sonra anlaşılan ve hâlâ yeterince tanınmayan Kazancakis’in kendi içindeki hesaplaşmanın dışavurumudur bu roman. Zorba’nın onun hayatı üzerindeki derin etkisini mezar taşında yazan dizelerde de açık ve net bir biçimde görebiliyoruz: “ Hiçbir şey ummuyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum, özgürüm.”
Zorba’nın ölüm anında yaptığı konuşmasından, yüzyıla damgasını vuracak bir mesajla bitirmek istiyorum yazımı: “Hayatımda yaptım, yaptım, yaptım ve yine de az yaptım. Benim gibi adamaların bin yıl yaşaması gerekirdi. Hayırlı geceler!” Bu gece rakı içmek varsa akışta, buyrun size şerefine kadeh kaldırılacak adam. Eğer yoksa böyle bir plan, alın size bu gece rakı içmek için bir sebep. Sözünüzün bittiği yerde raks etmeyi becerebilmeniz dileğiyle…
Eser
alexis zorba… bana hayatı bugüne kadar anlatabilen tek kişi ve sanırım ölünceye kadar da öyle kalacak….