“İstanbul’dayım. Boğaza karşı bir bankta oturmuş, çayımı yudumluyorum. Gece yağmur yağmış. Su birikintisini yudumlayarak yaşamını sürdürmeye çalışan güvercin ilgimi çekiyor. Zayıf ve çelimsiz ayaklarının üstünde nasıl da mutlu gözüküyor. Bir taraftan yanağıma dokunan ılık rüzgâr, içimde ürperti uyandırıyor. Kafamı hafifçe sola çeviriyorum. Simitleri düşmesin diye adeta akrobasi yapan simitçiye gülmekten alıkoyamıyorum kendimi. Derken, hafif sararmış, eski kitap kokan defterimi elime alıyorum ve kendimi sözcüklerin arasında kaybolmaya bırakıyorum…”
Jules Renard’ın kaleme aldığı, “Yazmak Üzerine Notlar” adlı eserin başlığını ilk okuduğumda hayal ettiklerimdi bunlar. Yazmak üzerine ne gibi notlar alınabileceği, bana değişik insan portrelerinin yansıtılmasına dair oluşturulmuş bir eser izlenimi veriyordu…
Sayfaları çevirdikçe Renard, beni bir kalem hayal etmeye zorluyordu. Bu öyle bir kalemdi ki, siz hayatınızı yaşadıkça o da yaşadıklarınızı yazıyordu. Aldığınız her nefesi, söylediğiniz her kelimeyi, attığınız her adımı; noktalarınızı, virgüllerinizi, harflerini damla damla döküyordu kâğıda. Bunlar aslında bizlerin anılarıydı, mutluluklarıydı, üzüntüleri, yaşadıklarıydı ve yaşayacaklarıydı… Kitabın sonuna geldiğimde anlamıştım ki, hayal ettiğim kalem aslında Renard’ın kalemiydi. Ve yapmaya çalıştığı şey, hayatının kapılarını açıp, anılarına dokunmamızı sağlayıp, işimize yarayan bilgileri kendi hayatımıza uyarlamamızı sağlamaktı…
Kitap okumak her zaman ilgimi çekmişti. Özellikle okuduğum kitapların içindeki serüvenlerin hayalini kurmak benim için okumanın en eğlenceli yanıydı. Daha sonrasında fark ettim ki hayallerim kitapların sınırlarını aşmaya başlamıştı. Tıpkı nehirden ayrılan bir kol gibi hayallerim, önce okuduğum kitaplara benzer bir yolda ilerlemişlerdi. Ardından da kendi özgün yolunu çizip dağları aşarak farklılaşıp birikmişlerdi. Kurduğum hayalleri başka okuyucuların ve başka zihinlerin hizmetine sunmak fikri beni fazlasıyla heyecanlandırmıştı. Nedense içimdeki ses, kitaplarını takip ettiğim yazarlar gibi başarılı olabileceğimi söylüyordu. Sanki kalemi elime alsam, tek seferde hiç durmadan kitabımı yazacak, aynı hafta yayımlayacak gibi bir heves vardı içimde. Fakat gerçeği kalemi elime aldığımda anlamıştım; tıpkı istediğimiz şeyi istediğimiz an yaşayamadığımız gibi, istediğimiz cümleyi de istediğimiz an yazamıyorduk.
Kimi zaman göz yaşı dökmek gerekiyordu istediğimiz cümleyi yazmak için, kimi zaman âşık olmak… Kimi zaman bir kadehi yavaşça yudumlamak, kimi zaman bir şarkıyı haykıra haykıra söylemek… Hemingway demiş ki “kullandığın dil yaşadığın zamana ait olmalı, yoksa işe yaramaz”. Bu ne demek? Aşık olmadan aşk üzerine yazamaz mıyız yani? Leyla’nın Mecnun’unu, Nazım’ın Piraye’sini, Catherine’in Heathcliff’ini bulduğu gibi, biz de mi öteki yarımızı bulmalıyız önce? Hayal gücümüzü sınırlamalı mıyız yazarken? Tüm yazım kurallarına uymalı mıyız? Noktalı virgülü cümlenin neresinde kullanacağımı bilmek bizi kaliteli bir yazar yapar mı? Yoksa içerik midir önemli olan?
Bu kitabı okuduktan sonraki anladım ki, bu soruların tek bir cevabı yoktu. Herkesin kendine ait notları olması gerekiyordu. Yazmak, benim için hiç de kolay olmayan bir düşünce eylemiydi. İçinizden geldiği gibi yapılması gerekiyordu. Benim kendime olan notum ise, kendim gibi olmam ve ruhumu kalemin ellerine teslim etmek gerektiğiydi… Renard’ın da dediği gibi, “bir anlatıcılar vardır, bir de yazarlar. İnsan canının istediğini anlatır; canının istediğini yazmaz: Ancak kendini yazar” (Renard 22). Benim yazmak üzerine kendime en büyük notum kendim olmak. Peki sizinki hangisi?
Kendini keşfetmek, kalemi eline alıp cümleye nasıl başlayacağını bilmeyen ama bilmek isteyenlerin mutlaka okuması gereken bir kitap…
Gürkan ARDA
Tebrik ederim başarılı bir makale olmuş devamını bekliyoruz