FOX Haber Genel Yayın Yönetmeni Doğan Şentürk ile Röportaj

Türkiye’nin en çok izlenen haber programlarından olan Fox Haber’in Genel Yayın Yönetmeni Doğan Şentürk ile habercilik, medya özgürlüğü ve sosyal medya üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. İyi okumalar.

Biraz kendinizden bahsedebilir misiniz? Bu mesleği neden seçtiniz?

Ben Ardahan’da doğdum ve bir öğretmen çocuğuyum. Annem ev kadını, 3 kardeşiz. Daha sonra babam Ankara’ya tayin oldu. Biz de onunla birlikte geldik. Ardından da  İstanbul’a gittik. Liseyi İstanbul’da Atatürk Erkek Lisesinde okudum. Mezun olduktan sonra coğrafya eğitimi aldım. Uluslar Arası İlişkilerde İstanbul Siyasal Bilgiler Fakültesinde Balkanlar, Ortadoğu ve Asya gelişmeleri üzerine yüksek lisans yaptım. Bitirdikten sonra Alfa yayınlarından 2004 yılında Ortadoğuda Arap Birliği Rüyası: Saddam’ın Baas’ı adında bir kitabım çıktı. Mesleğe 1987 yılında başladım. Aşağı yukarı 30 yıllık bir gazetecilik geçmişim var. Mesleğin her aşamasında bulundum. Muhabirlik, editörlük, istihbarat şefliği, haber müdür yardımcılığı…

O halde alaylı oldunuz diyebilir miyiz?

Yani tam olarak alaylı diyemeyiz sonuçta üniversite mezunu olarak geldim. Ama iletişim fakültesi mezunları dışarısından gelenleri de bu kategoriye sokacaksak alaylıyız. Ama rahmetli Hasan Pulur’un söylediği gibi gazeteci olunmaz doğulur sözüne inanmıyorum, o da bana göre yanlış bir laf. Gazetecilik için bazı doğuştan gelen özellikler gerekiyor ama sonuçta bu da üstüne koyarak,öğrenerek, gözlemleyerek yaptığın ve üstüne koyduğun bir meslek türü. Örneğin merak ve ilgi doğuştan varsa vardır. Lakin sende bu özellikler yok sen gazeteci olamazsın diye bir şey söyleyemeyiz. Sonuçta gazetecilikte meslek içinde öğrendiğin bir iş.

Peki neden bu mesleği seçtiniz? Özel bir sebebi var mı?

Evet özel bir sebebi var. Ben lisedeyken Trt’de 32.gün programı vardı, 80’li yıllar Turgut Özal sonrası Cem Duna dönemi, ayda bir yayınlanıyordu dış politika ve ülkenin ilk dışa açılan yüzüydü. Mehmet Ali Birand orada hem Milliyet Gazetesinin Brüksel temsilcisiydi, hem de bu programı yaptı. Ve ben o programı hiç kaçırmazdım. O zaman öyle kayıt yapmak veya tekrarını izlemek gibi bir şansımız yoktu. Dolayısıyla bu programı izledikten sonra ben gazeteci olabilirim dedim ve ilgi duymaya başladım. O zamanlar lise gazetemiz vardı. Ben de o gazetede bir şeyler yazmaya çalıştım. Edebiyat hocam da yazımın ve kalemimin çok iyi olduğunu söyleyerek teşvik etti. Daha sonra işte mezun olduk ve üniversite, yüksek lisans falan derken zaten ben üniversite yıllarında başlamıştım mesleğe 1987 yılında. İlk olarak Sabah Gazetesinde başladım. Ondan sonra Cem Uzan, Magic box ve Ahmet Özal ortaklığında ilk özel televizyon Star kuruldu 1990 yılında. Oraya girdim ve çok önemli ustalarla çalıştım. Ayrıca Kanal D’nin kuruluşunda da bulunduk. Ufuk Gündemir, Duran Yavuz, Özden Akbal, Orhan Duru gibi çok önemli isimlerle çalışma şansı buldum. Yani sektörün duayenleri diyebileceğimiz insanlar. Ayrıca bugün sektörün çelik çekirdeğini oluşturan kişilerin çoğu benim o zamanki haber merkezinden arkadaşlarım.

Tam bir jenerasyon yetişmiş.

Evet ben de o jenerasyonla yetiştim. Son 12 yıldır da Fox’un Haber ve Spor Departmanının başındayım. Çok önemli bir şey yaptık bence. Bir dönemi kapatıp yeni bir dönemi başlattık. Ustalarımız olan Mehmet Ali Birand, Ali Kırca, Reha Muhtar ve Uğur Dündar dönemini kapatıp; işte Fatih Portakal ve İsmail Küçükkaya dönemi açıldı. Konuşan bir bülten yapıyoruz.

Aslında biraz alışılmış formatı kırarak, daha çok sabah talk şovu tadında bir alana gitmediniz mi aslında?

Olması gerekende bu aslında. Tam talk show diyemeyiz ama dünyada yükselen bir trend var. Pek çok şeyi Türkiye’ye biz getirdik aslında. Bunda biraz da benim payım oldu. Bu meslekte dışarıyı iyi gözlemleme şansı buldum. Mesela o dönemde “citizen journalism” dediğimiz vatandaş haberciliği henüz yoktu ama örneğin İspanya’da El Pais ve İngiltere’de The Guardian gazeteleri bunu yapıyordu. TGRT Haber’in kuruluşunda bunu Türkiye’ye biz getirdik. Sonra Fox kurulduktan sonra bu akım demode olmuştu ve yeni medya düzeni dediğimiz oluşum da ciddi bir mesafe kaydetmişti. Bu sefer interaktif bülten yani konuşan bülten ve bir de tabloid gazete dönemi başladı. Örneğin Almanya’da ki Bild gazetesinde Kai Diekmann uzun süre genel yayın yönetmenliğini yaptı ve gazeteye yeniden hayat verdi. Ağır siyaset “hard politics” dediğimiz şeyi nasıl basitleştirip Alman halkına verebiliriz hesabını yaptı ve Bild’de bu başarılı oldu. Türkiye’de de aynı şeyi yapabilirsiniz. Ama didaktik öğretici belletmen mantığıyla değil de, seyirciyi de bu işin içine alarak olur dedik. Burada da Fatih ve İsmail’in kendi sihri ortaya çıktı. Bununda ötesinde biz izleyici star, starımızı sıradan yaptık. Yani bizzat bu başarının anahtarı ne diye sorarsanız, izleyiciyi star yaptık ve bir konfor sağlayarak işin içinde tuttuk. Bu zaten sadece medya sektöründe değil, dünyada pek çok farklı sektörde de tüketicinin sürece dahil olduğu mantığından da hareket ettik. Bugün bir deterjan reklamında mutlaka o deterjanı kullanan bir ev kadını bir şekilde yer alıyor. Peki bu haberde neden olmasın denildi ve bunu yaptık. Açıkçası vatandaş haberciliği dışarıda başlamış ve daha sonra Türkiye’ye ithal edilmiş bir şeydi. Fakat konuşan bültenin yurt dışında başladığı kanaatinde değilim. Başladıysa da çok az başlamıştır. İleride interaktif bülten üzerine bir örnek verilmek istendiği zaman global anlamda bir örnek oldu Türkiye Fatih ve İsmail ile. Bu da bence çok gurur verici bir şey. Diğer kardeş şirketlerde bu başarımızı incelemeye almış durumdalar.

O zaman buraya bir ileriki soru ile ek yapayım. Sosyal medya sebebiyle artık konvansiyonel medyanın kan kaybettiği, gerilediği ve hatta sektörün artık öldüğü söyleniyor. Peki siz bunun böyle olduğunu yani gerçekten sektörün öldüğünü mü düşünüyorsunuz? Yoksa dediğiniz gibi sosyal medya aslında haberleri interaktif hale getirmenizi sağlayan bir destek mi size?

Eğer sosyal medyaya düşman şekilde davranırsanız ve işin içine katmazsanız, sektör öldü diyebiliriz. Şu şekilde düşünün. Biz 2007’den itibaren bu haberciliğe başladıktan hemen sonra sosyal medyayı işin içine kattık. Fatih Portakal ve İsmail Küçükkaya’nın yaptığı işin içinde sosyal medya var. Örneğin İsmail arkadaki ekranda tweetleri veriyor ve kim ne atmış görebiliyorsunuz. Whatsapp’dan gelen bir mesajı Fatih hemen ana haberde okuyabiliyor. Ama biz sosyal medyayı geleneksel medya ile ayırsaydık bunlar olmazdı. Bu interaktif bir bülten oluşturmak yerine sadece dijital ortama yönelik bir iş yapmak da değil. İkisi iç içe. Tavuk mu yumurtadan yoksa yumurta mı tavuktan meselesi. Ayrıca Türkiye’de sosyal medya dünyadaki hızla gelişmiyor çünkü henüz bir farkındalık yok. Türkiye’de yaklaşık 5 milyar tllik bir reklam pastası var ve yüzde ellinin üzerindeki aslan payını televizyonlar alıyor. Yüzde otuz civarını gazeteler, yüzde on beş ile yirmi arasını “outdoor” dediğimiz panolar ve sokak reklamları alıyor. Geriye kalan küçük kısım sadece sosyal medya ve internete gidiyor. Dolayısıyla para gücü yok ve para gücü olmadığı için kalifiye elemana sahip olamıyorsunuz. Bu sebepten televizyonda çalıştırdığınız elemanla sosyal medyada çalıştırdığınız eleman denk olmuyor. Daha ucuz işçilik var, ucuz editörlük dediğimiz bir kavram var. Bunların hepsi birbirine bağımlı şeyler, para gücü ve kalite. Dolayısıyla Türkiye’de hala tam olarak farkındalık yok.  Peki farkındalığı nasıl yaratırsınız? Belki hemen para girdisini beklemeden siz kaliteli elemanlarla çalışıp, biraz özveri vererek zarar etmeyi göze alırsanız reklam sektörünün dikkatini çekebilirsiniz. Ama dünyada bu olay çok ciddi artıyor tabi ki. Örneğin Doğan grubu satıldı biliyorsunuz. Galiba 1.1 milyar euro gibi bir rakamdan bahsediliyor ve bir kıyas yapılıyor. 2007 yılında Ahmet Çalık’a Atv ve Sabah gazetesi daha yüksek bir meblağa satılmıştı. Hatta daha önceden Doğan Grubuna daha yüksek teklifler de gelmişti. Bu yüzden acaba açıktan para mı alındı bu kadar ucuza gitmemeliydi tarzı yorumlar yapılıyor. Ben de kendilerine şöyle bir hesap yapıyorum; 2007 yılında İnstagram yoktu, Twitter ve Facebook bu kadar etkili değildi. Dolayısıyla dünyada artık etki sosyal medyaya kaymış durumda. Bugün baktığımızda mesela Cüneyt Özdemir Reza Zarrab davasını cep telefonuyla tek başına bir ordu gibi yayımladı. Ya da bir twitter fenomeni gazete veya dergiden çok tıklanabiliyor. Her geçen gün bu etkinlik arttıkça gazete ve televizyonların değerleri düşüyor. Ne yapmak lazım derseniz bunları barıştırmak lazım ki bunu mütekabiliyeti olabilsin.

 

Fox haber özellikle muhalif olduğu iddiasıyla sosyal medyada ve halk arasında tanınıyor. Bu konuda bir yorumunuz var mı? Gerçekten muhalif olmak için mi yayın yapıyorsunuz? Yoksa medya sektörü çok taraflı ve siz tarafsız durduğunuz için mi muhalif gözüküyorsunuz?

İkinci cümleyi ben sıkça kullanıyorum. Herkesin angaje olduğu bir ortamda objektif yayın yaptığınızda muhalif gibi algılanırsınız. Fakat şunu da ortaya koymak lazım. Dünyada gazetecilik dediğimiz şey muhalif bir iştir. Tabi ki iyi şeyleri de göstereceksiniz. Ama siz topluma sonuçta doğruyu gösteren, siyasi erkin, devlet mekanizmasının ve toplumun yanlışlarını ortaya koyarak düzeltme gibi bir sorumluluğunuz var. Medyaya dördüncü kuvvet denmesinin sebebi de bu. Tolstoy’un Anna Karenina adlı eserinin girişinde şöyle yazar, insanların mutlulukları aynıdır ama insanların mutsuzluklarının her biri ayrı bir öykü içerir. Yani birbirinin aynı olan şeyler insanlarda ilgi çekmez. Mutsuzlukları ilgi çeker. Dolayısıyla olumsuzluklar ve mutsuzluklar üzerine bir gazetecilik niye çıkmıştır derseniz, gazetecinin görevi bu.  Evet iyi şeylerde veriyorsunuz ama bu durum zaten muhalif bir duruş gerektiriyor. Kısacası muhalefet etmek gazeteciliğin doğasında var. Fakat biz bir muhalefet amacıyla yapmıyoruz bu işi. Her partiye eşit mesafede yakın, eşit mesafede uzağız. Çünkü medyayı Türkiye’de patronumuzun başka alanlardaki işlerini düzenlemek üzerine kurmadık.Ülkemizde çok sakat bir sistem var ne yazık ki. Her şeyi sonundan değerlendiriyoruz ama bu sonun bir başlangıcı var. Buna Doğan medyanın satılmasını örnek gösterebiliriz. Ülkemizde medya patronları ile devlet arasındaki ilişkiyi gazetecilik üzerinden tanımlamazsanız her zaman bunlar yaşanacaktır. Bugün ki hükümete yakın gazete,dergi ve televizyonlar rahat görünebilir iktidarın istediği şekilde yayın yaptığı için. Ama yarın bunlar da Doğan grubunun yaşadığı sonu bir sonraki aşamada yaşayacaklardır. Burada temel prensip olarak şu söylenebilir. Editöryel bağımsızlık için bir patronun veya medya sahibinin bu işin dışında başka bir işle uğraşmaması gerekir. Ayrıca sizin para kazanma gibi bir zorunluluğunuzun olması da önemli bir nokta. Özünde bu da bir iş aslında. Elbette ki haberciliğin bir takım etik kuralları ve değerleri var. Fakat burada ki temel felsefenize inandığınızda, temel görevinizin bilincine vardığınızda muhalif veya yandaş gibi bir anlayışa sahip olma lüksünüz yok. Siz o haberi yapmak,paketlemek, ambalajlamak ve satarak onun karşılığında para kazandırmak zorundasınız. Dolayısıyla bu gerçek olduğu sürece sizin bir tarafa yaslanmak gibi bir şeyiniz zorunlu olarak olamaz zaten.

Aslında sattığınız kitleyi küçültmüş oluyorsunuz.

Evet küçültmüş oluyorsunuz. Ticari olarak bakan bir insan müşterisinin çoğalmasını mı ister yoksa azalmasını mı? Benim bir kaygım var. Bizim patronumuz başka alanda bir iş sahibi olmadığı için bana hesap soruyor. Sen bu haber merkezinin tepe yöneticisisin ve ben senden her yıl kar bekliyorum. Şimdi ben o hedefimi tutturduğum durumda koltuğumu korumak zorundayım. Böyle olunca sen sadece CHP’li , AKP’li veya MHP’li bir kitleyle  bu ticareti yapamazsın. Senin herkese seslenen, herkesi asgari bir müşterekte birleştiren bir merkez medya anlayışıyla hareket etmen lazım. Burası çok net. Dolayısıyla biz her partinin ve her ideolojinin buluştuğu bir ekran iddiasındayız. Muhalif, yandaş veya candaş değiliz. Bu arada her şey ticaret mi? Değil tabi. Bazı değerlerimiz var. Nedir değerlerimiz derseniz biz her şeyden uluslararası bir şirkette çalışıyoruz. Ama bugünün tabiriyle Sayın Cumhurbaşkanının  çok sıkça kullandığı yerli ve melesi varsa biz de yerli ve milliyiz. Biz bu ülkeye uzaydan gelmedik. Biz profesyoneliz. Yabancı bir şirkette çalışıyoruz ama bu ülkenin değerlerini göz ardı edemeyiz. Çünkü biz bu ülkenin vatandaşıyız. Biz Atatürkçüyüz, biz laikiz, biz cumhuriyete inanan insanlarız. Biz bu ülkenin her türlü değerlerine, dini değerlerine, ahlaki değerlerine ve topluma inanan insanlarız. Kısacası Türkiye’ye inanan insanlarız. Bu değerlerin hepsi kutsalımızdır. Bunlar adeta annemizin salondaki kristal takımları gibidir. Nasıl o kristal takımın bir parçası zarar görünce bütün takım zarar görüyorsa, biz bu değerlerin de bir parçasına dahi zarar vermemek için çalışan gazetecileriz. Hepsinden önce de yurtseveriz. Yurtseverlik temel felsefemiz.

Son zamanlarda özellikle yurt dışındaki araştırma kuruluşları tarafından yayınlanan raporlarda, yurt içinde yayınlanan çalışmalar da o yönde, medya özgürlüğünün gitgide gerilediğini ve medyaya karşı olan güvenin azaldığını görüyoruz. Sizce bu güven eksikliğinin sebebi neler? Neden bu dördüncü kuvvet olarak adlandırdığımız medya sektörü neden geriliyor?

Medya aslında insanın içinde yaşayan ve insanla bir olan bir sektör. Yani insanın temel olduğu ve işi insan olan bir sektör. Medya aslında bir ülkenin aynı zamanda aynasıdır. Klasik ve bir klişe bir yaklaşım belki bu ama bir ülkede özgürlükler, bir ülkenin siyasal yapısı, rejimi, bireysel hak ve hürriyetleri medya kanalıyla halka ve dünyaya yansır. Türkiye’de medya özgürlüğünü konuşmadan önce, son zamanlarda Türkiye’nin bireysel anlamda güvenlik ve özgürlük meselesini ele almak lazım.  Mesela İstanbul’da bir araştırmada son iki yıldır beş yüz bin seçmen azalmış. Daha sonra nerelere gittikleri araştırılmış ve buna bakıldığında ülkemizde kalanlar ege ve güney batı bölgelerine gitmişler. Gidenlerin bir çoğu da yurt dışına çıkmış. Amerika ve Avrupa Bİrliğine gitmiş. Baktığımızda bu insanlar iç bölgelere veya doğuya gitmemişler. Doğu Karadeniz’e gitmemişler. Yani bu insanlarına asıl amacı güvenlik ve özgürlük. Şimdi güvenlik ve özgürlüğün tartışıldığı bir ülkede medya özgürlüğünden söz edemezsiniz. Peki nasıl bahsedebilirsiniz, bu insanlar ülkede özgürlük ve güvenliğin olmadığını medya aracılığıyla öğrenmiş olabilirler. Ama medya bunu ekranlardan özgürlük ve güvenlik yok diye gösterdiği için mi gitmişler? Hayır, medyaya yapılan muameleden bu ülkede güvenlik ve özgürlük sorunu olduğunu anlamışlar. Çünkü medya o insanların devlet mekanizmasıyla, hükümet mekanizmasıyla ilişki kurduğu tek araç. Zaten tek araç olmasının sebebi şu. Aslında başka araçlarda var ama kullanamıyor. Oy vermek bir ilişki kurma biçimi veya katılımcı bir demokrasiye sahip olmak bir ilişki kurma biçimi. Anayasal özgürlük olan gösteri ve protesto hakkını kullanmak ve eleştirmek bir ilişki kurma biçimi. Bunların hiç birini yapamayınca tek ilişki kurma biçimi olarak geriye medya kalıyor. Tabi medya da bu hale düşünce insanlar otomatikman ülkemizdeki özgürlük ve güvenliği sorgulamaya başlamışlar Özellikle genç gruplar. Bugün iyi üniversiteler üzerinde bir araştırma yaptığınız zaman, örneğin geçen günlerde Türkiye’nin en önemli üniversitelerinden birindeydik İsmail Küçükkaya ile beraber. Konu beyin göçüydü ve bir soru sorduk. Bu salonda öğrencilerin kaçta kaçı okulu bitirdikten sonra yurt dışında gitmek istiyor dediğimizde salonun tamamı elini kaldırdı. Bir soru daha sorduk ve dedik ki ne kadarınız geri dönememek üzere gidiyor. Gene neredeyse salonun tamamı elini kaldırdı. Bu çok büyük bir sorun. Bu insanlar neden gidiyor? Ekonomik nedenler ve parasal kaygılardan mı? Hayır, bunu kabul edelim ki bir güvenlik ve özgürlük sorunu yaşıyorlar. Şimdi bakıyorsunuz bunu nasıl tanımlarsınız derseniz, Doğan medya durup dururken mi el değiştirdi? Çok daha karlı diye mi sattı Aydın Doğan? Hepimiz biliyoruz ki hükümet baskısı vardı üzerinde. Yıllardır devam ediyordu ve bir yere kadar dayanabildi. Ve 2019 seçimlerinden hemen önce oldu bu. Dolayısıyla medyadaki sorundan önce, ben Türkiye’de ki bireysel özgürlüğün bir temel sorun olduğunu düşünüyorum. Bunu tartışmadan, bunu anlamadan medyada bir özgürlük kavramını kuramayız. Kavramı kuracağımız temelde bir sorun var. Temel sorunluysa siz bu binayı yapamazsınız.

O halde biz de bu binadaki çürümenin etkilerini görüyoruz.

Normal olarak görüyoruz. Ama bunun için sadece iktidarları ve sistemi mi suçlamalıyız? Bunda medyanın da payı var. Siz medyayı az önce dediğim gibi iktidarla ilişkileriniz üzerinden tanımlayamazsanız eğer ve editöryel bağımsızlığı bulunduğunuz mevkilerde kurumsal hale getiremezseniz bu son sizi bekliyor demektir. Daha açık olmak gerekirse siz medyayı diğer işlerinizde ve ilişkilerinizde paranıza para katma aracı olarak düşünürseniz bir süre sonra devletle ve iktidarla olan ilişkileriniz sulanır. Laçka bir hale gelir. Siz bulunduğunuz gazeteyi manşetten bir bankaya baskı yapıp, o bankanın taşıyla o bankanın kuşunu vurarak bir semaya elde ederseniz cebinizden para çıkmadan, o taş bir gün sizi de vurur.

Peki sosyal medyada dolaşan günde kahveye on lira veren insanlar, gazetelerine bir lira vermezlerse nasıl özgür bir basına sahip olabilirler sözüne katılıyor musunuz?

Yani gazete okumak, okuma alışkanlığı veya protesto hakkını kullanarak tepki göstermek, örneğin Türkiye toplumu hala çok tepkisiz. Bu anlamda bu söze katılıyorum ama bir yandan da şuna katılıyorum. Rahmetli Süleyman Demirel’in çok güzel bir sözü vardır. İnsanları ekmekleriyle, demokrasi arasında bir seçime zorlamayın ekmeklerini tercih ederler.

Son zamanlarda artan bu politik gerginliğin troll ekibi olsun veya insanlarda artan direk bir vatan haini yaftalaması, hedef gösterme anlayışı sizin de üzerinizde bir etkisi veya zararı oluyor mu?

İnsanların çok kolay bir şekilde vatan severliklerinin sorgulanması, insanlıklarının sorgulanması, bayrağa ve millete bağlılıklarının özellikle ehil olmayan insanlar tarafından sorgulanması tabi ki psikolojik olarak etkiliyor. Bundan rahatsızlık da duyuyoruz. Türkiye’de en kolay olan şey insanları vatan hainliği ile suçlamak. Üstelik bununla suçlayan insanların geçmişte vatana ihanet eden insanlar olması. Ama bu bizim mesleğimiz. Ne kadar etkilensek de duygularımızı işimize karıştırmayız. Zaman zaman korkmuyor muyuz? Korkuyoruz tabi ki. Arkadaşlarımız, ekran yüzlerimiz zaman zaman tehdit alıyor. Ama şunu açık yüreklilikle söyleyebilirim, korkularımız bizi esir almıyor. Bizim bu görevimiz. Biz mesleğimizi yapıyoruz. Bu gazetecilik çok önemli çünkü insanların nefes alamadığı, haber alamadığı ve doğru bilgiye ulaşamadığı bir ortamda çabalıyoruz. Bunu da yapamazsanız toplumun nefes alanlarından biri komple bitmiş demektir. Yani Türkiye’de artık sorun bir basın özgürlüğü sorunu değil, bir rejim sorunu haline geliyor. Bizim için kutsallardan en önemlisidir Cumhuriyet ve Mustafa Kemal kavramı. Bu kavramların tehlikeye düşmemesi adına ve hala Türkiye’de sıcak taze bir düşünce olarak kaldığını ispatlamak adına da mücadele etmek zorundayız. Sadece gazetecilik olarak düşünmeyin bunu.

Toparlamak gerekirse, özellikle dediniz ya özgürlük ve güvenliğin olmadığı dolayısıyla temelin çürük olduğu bir ortamda medya özgürlüğünden yani binadan bahsedemeyiz dediniz. Peki tüm bunların ışığında gazeteci olmak isteyen öğrencilere veya bu konuda herhangi bir şey yapmak isteyenlere nasıl bir tavsiyede bulunursunuz?

Ben bu konuda konjonktürün çok etkili olması gerektiğine inanmıyorum. Yani Türkiye’de her şey kötü temel yok bina yapamıyoruz ben bu ortamda gazeteci olmayım anlayışına katılmıyorum. Gazetecilik ortama göre yapılacak konjonktürel bir iş değildir. Aksine durumun müsait olmadığı durumlarda öne çıkan bir meslek türüdür. Her şeyin normal gittiği bir dönemde gazetecinin üstlendiği görevle, her şeyin normal gitmediği bir dönemde gazetecinin üstlendiği görev aynı değildir. Gazeteciliğin ortaya çıkması için bir anormallik gerekir. Siz bir cerrahsınız. Önünüzde ameliyat edilecek bir hasta yoksa doktor olmanızın çok da büyük bir anlamı yok. Ortamı kollamak gibi bir şey yok. Böyle bir durum olsaydı dünyada bütün Pulitzer ödüllerini İsveçliler ve Norveçliler kazanırdı. Oysa baktığınızda bu ödülleri kazananların çoğu genelde önemli işlere imza atmış ve negatif şeylerden çıkmış adamlar. Bana göre gazetecilik bir tutku ve bir yaşam biçimi. Gazeteciliğe hiç bir zaman para veya konfor gözüyle bakamazsınız. Sabah 8 akşam 5 gözüyle bakamazsınız. Bu bir yaşam biçimi. Ayrıca buna hiyerarşik bir terfi veya bir rütbe gözüyle de bakamazsınız. Aslında bu işin en önemli rütbesi muhabirliktir. Gazetecilik bir saha işidir. Bizlerin şu anda yaptığımız kısmı sahadan gelip karargahta

çalışmaktır. Oysa benim otuz yıllık iş geçmişimin en güzel zamanlarını sahada geçirdim. Hala da horoz ölür gözü çöplükte kalır derler ya, burada karargahtaki bütün arkadaşların gözü sahadadır. Gazetecilik böyle bir şeydir. Ondan bir beklenti içine girmeyeceksiniz. Bu bir toplum görevi, tatmin işi ve kişiliğinizde örtüştüğünde alacağınız hazdır. Dolayısıyla ben genç arkadaşlara şunu tavsiye ediyorum. Bizim dönemimize göre daha donamlılar. Dünyayla daha iç içeler ve lisan bilgileri çok daha fazla. Fakat eksik gördüğüm bir şey var daha az okuyorlar. Daha çok internetteler, daha az edebiyat ve klasiklerden haberdarlar. Çok iyi birer gazete okuyucusu hepsi. Ama derine indiğimizde olayları muhakeme etmeleri açısından daha çok okumaları gerekiyor. Paket bilgi, kompakt bilgiden kaçınmaları gerekiyor. Sonuçta gazetecilik muhakeme yapabilme ve değerlendirme işidir. Habercilik bir toplama sanatı da değildir. Bir seçme sanatıdır. Fark etmek, ayrıntıya girmek ve ayrıntılardan bütüne ulaşma gibi bir zorunluluk getiren bir meslektir. Bütün bunları yerine getirebilmek için interaktif olmak, farkında olmak, ilgili olmak ve meraklı olmanın yanı sıra bilgili olmakta çok önemli. Yani benim arkadaşlara en çok söylediğim artık yabancı dili herkes öğreniyor. Ama çok okuyan yok. Okumaları gerekiyor.

Çok teşekkürler vakit ayırdığınız için.

Ben teşekkür ederim.

 

Leave a Reply