Gençlik filmleri zordur. Zaten ergenlik yıllarını tasvir etmenin kolay olduğunu da kimse söylememiştir. Bu yüzden midir bilinmez, sinema ve televizyonda çoğu lise filmi zengin ve popüler kız, zorbalık yapanlar, zorbalığa uğrayanlar ve başka pek çok stereotipik karakterin hikayesini resmetmekten öteye geçememiştir.
2017 yapımı Lady Bird ise bu anlamda şu ana kadar gördüğümüz gençlik filmlerine benzer ancak çok öte bir nokta konuşlanıyor. Filmin, Greta Gerwig’in 2017 yılında yönetmen koltuğuna oturduğu ilk film ve ilk orijinal senaryosu olmasına rağmen 2018 yılında beş farklı dalda Akademi Ödülüne aday gösterildiğini de atlamayalım.
Peki Laby Bird’ü diğer yüzlerce gençlik filminden ayıran şey ne?
Greta Gerwig’in kendi hayatından esinlenerek yarattığı filmin en önemli özelliği hayatın tam içinden olması. Bunu yaparken Gerwig gençlik sancılarının altını kalın kalın çizmemeye dikkat ediyor, bunun yerine gerçekçi ama umut dolu bir tavırla hikayeyi ele alıyor. Filmde hiçbir dakikada büyük bir ters köşe yok, her dakika çok önemli ve çok içten. Aile ilişkileri, para, gelecek kaygısı, ilk aşk ve daha pek çok konu filmde oldukça sindirilmiş ama aynı zamanda güçlü bir şekilde işleniyor.
Saoirse Ronan tarafından canlandırılan baş karakterimiz, Katolik bir lisede okuyan ve ergenliğin tüm karmaşası içinde kendini bulmaya çalışan bir genç kız. Hollywood’un çok sevdiği, kendi hayatını erkek protogniste adayan ve kendinden önce onu düşünen “Manic Pixie Dream Girl” stereotipinden oldukça uzak olan baş karakterimiz Lady Bird’ün eylemlerinin genellikle kendisinden kaçma ve kendisini bulma arzusuyla renklendiğini görüyoruz. Ailesinin ona verdiği isim olan Christine yerine kendisi kendine Lady Bird (Uğurböceği) ismini verir ve Christine ismiyle anılmayı reddediyor.
Filmin en karakteristik özelliklerden biri de anne-kız ilişkilerinin karmaşıklığını ve dengesizliğini bu kadar açıkça gözler önüne seriyor olması. Ayrı ayrı güçlü karakterlere sahip olan anne ve kızın kendi iç çatışmalarının birbirlerine yansımasını ve çekişmelerine film boyunca tanık oluyoruz.
Duvara yazılan erkek arkadaş isimleri ve üniversite başvuruları için yazılan makalelerin öznesi ortak: Bir hayat yaratma gayesi. Gerwig de filmin anlatısını bu noktadan yola çıkarak yaratıyor. Mekanların ve bu mekanlar arasında mekik dokuyan karakterlerin gözünden ortaya koyduğu manzaralarla şehri, ikili ilişkileri ve günlük yaşamda kendi alanını çizme gayreti gösteren bireyleri, duru ve aydınlık tonlarla resmediyor. Devamının geleceğini bildiğimiz ama sonunu tahmin edemediğimiz, heyecanını her daim saklı tuttuğumuz bir senaryonun bize umut verdiği nokta da tam olarak bu.
Açılış sahnesinde, Lady Bird annesine Kaliforniya’dan nefret ettiğini ve “kültürü olan bir şehirde” üniversiteye gitmek istediğini söylüyor. Ancak bu ekonomik olarak pek iyi bir durumda olmayan ailesinin altından kalkabileceği bir şey değil. LadyBird’ün işçi sınıfı ailesinin sahip olduklarını takdir etmesi zordur çünkü etrafında bundan çok daha fazlasına sahip olanlar vardır. Ne de olsa o, George W. Bush’un Amerikalılara 11 Eylül’ün hemen ardından alışverişe çıkmalarını tavsiye ettiği çağda, kapitalist toplumun bir ürünüdür. Bu açıdan filmin Amerika’daki sınıf farklılıklarının görünmez güçlerini görünür kıldığını söyleyebiliriz. Filmde açık bir siyasi yorum olmasa da sınıf gerilimlerinin, sessiz ama sıkıca hayatımızı nasıl şekillendirdiklerini oldukça sade, hatta yüzeysel denebilecek bir şekilde anlatıyor. Sınıf farklarının Amerika yapımlarında sıkça dile getirilen bir konu olduğunu biliyoruz. Belki de Gerwig bu konuda, İngiltere’deki işçi sınıfı yaşamının gerçeklerini açıkça tasvir eden film yapımcısı Mike Leigh’den etkilenmiştir
Gençliğimizi, geleceğimizi düşünebileceğimiz diyaloglar ve empati kurduran anılar aslında filmin en güçlü kozu. Lady bird’ün okulda hayallerini küçümseyen öğretmenlerine karşı kendi inandıklarını savunması, kendi cinselliğini keşfetmesi, eşcinsel olduğunu öğrendiği erkek arkadaşını kabullenmesi ve desteklemesi, gerçek arkadaşlarının kim olduğunu bulması gibi adımların Gerwig’i şekillendirdiği ise şüphesiz.
11 Eylül’ün ardından New York’a gitmek isteyen Lady Bird’ün bir anlamda zoru seçmesi ve 2000 sonrası yaratılan korku toplumuna karşı gelmesi de bu yüzden önemli bir noktada duruyor. Annesini karşısına alarak bir nevi geleceğini kurtaran Lady Bird, boşlukta salınacak yeni yetişkinliğe de restini çekiyor böylece. Alıştığı hayatını geride bırakmak, kendiyle yüzleşmek ve barışmak bu döngünün tamamlanması için gereken parçalar. Lady Bird, bu döngüyü kendi tasarladığı hayatında başarıyla son noktasına ulaştırıyor.
Hiçbir ideolojik filmin mükemmel olmadığı gibi, elbette Ladybird’ün de eksik ve yanlış tarafları var. Bazı eleştirmenler, filmi onlarca yıl önce beyaz, orta sınıf, heteroseksüel kadınları desteklemeye odaklanan beyaz odaklı ikinci dalga feminizmi anımsatan “beyaz feminizmi” yaydığı iddiasıyla kınadı. Lena Potts, bu sorunlu noktayı “LadyBird and the problem with white feminism” başlıklı makalesinde tartışıyor. Bu yazıyı okuduktan sonra fark ettim ki yönetmen Gerwig, karakter kadrosunu “doğru” bir şekilde temsil etmek zorunda hissetmemiş olsa bile bu durum filmde bir boşluk bırakıyor.
“Beyaz feminizm ile ilgili en büyük sorun, temsil ve çeşitliliği o kadar ateşli bir şekilde çağırması ve çoğu zaman kendi ayrıcalık konumunu ve bunun daha marjinalleşmiş gruplar için nasıl daha fazla temsil ve çeşitliliği güvence altına alabileceğini fark etmemesidir.” Gerwig, 2002’de Amerika’nın en çeşitli şehri olan New York’ta üniversite eğitim alırken birçok farklı insanı tanımıyor muydu? Gerwig, bu platformu başkalarını temsil etmek için kullanmayı düşünmemiş olabilir. Bu filmi yapmaktaki hedefi Christine’in, dolasıyla da kendisinin hikayesini anlatmaktı ve bunu başardı. Basitçe, bu filmi daha fazlasını anlatmak için bir fırsat olarak düşünmemiş olabilir. Ayrıca, filmine daha fazla çeşitlilik eklemeyi düşünmüş ancak beyaz ve ayrıcalıklı bir kadın olarak sesinin ve platformunun samimi bir temsil oluşturmayacağından korkmuş ve bu sebepten dolayı filmini yalnızca Christine’in hikayesiyle sınırlı tutmuş olabilir.
Umarız ki beyaz perdede kadın yönetmenleri daha sık görmeye devam ederiz.