Cemresu Kaya’ya değerli yazısı için teşekkür ederiz. Cemresu, Ankara Üniversitesi Japon Dili ve Edebiyatı öğrencisi.

‘’Bence biz kör olmadık, biz zaten kördük, gördüğü halde görmeyen körler.’’ (Körlük)

Son günlerde adeta bir distopyada yaşar gibiyiz. Depremler, meteorlar, çekirge istilaları bir de malumunuz Corona virüsü. Tam da bu felaketlerle dalgalandığımız bu zamanda, başka bir salgını ele alan distopik bir kitaptan bahsedecek olmam enteresan bir tesadüf oldu. Zira ben bu yazıyı planlarken henüz Corona salgını gündemde yoktu!

1998’de Jose Saramago’ya Nobel Edebiyat ödülünü kazandıran Körlük, yazarın diğer kitapları gibi fantastik bir kurgudur. Bulaşıcı bir körlük hastalığını ele alan bu esere yakından bakalım.

Saramago, diğer eserlerinde olduğu gibi bu romanında da hiç isim kullanmamıştır. Dolayısıyla kitapta ismini bilmediğimiz bir ülkede yaşananlara şahit oluyoruz. Bir gün arabasıyla kırmızı ışıkta beklemekte olan biri, ışık yeşile döndüğünde hareket etmez. Arkadan gelen korna seslerine rağmen adam aracını hareket ettirmeyince insanlar, arabalarından inip sorunun ne olduğuna bakmak için aracı kullanan kişinin yanına gelirler. Şoför, kör olmuştur. Fakat bizim bildiğimiz türden bir körlük değildir bu. Beyaz, aydınlık bir körlüktür. Arabasını çalmak isteyen bir adam, arabayla onu evine bırakmayı teklif eder. Ve öyle de yapar.

Eşinin eşliğinde göz doktoruna giden adam, bekleme odasında tek gözü bantlı yaşlı bir adam, koyu renk gözlüklü kız, annesiyle beraber bekleyen şaşı bir çocukla beraber sırasını beklemeye başlar.

Romanın ilerleyen kısımlarında bu yaşlı adam, koyu renk gözlüklü kız ve şaşı çocuk ile annesinin hatta göz doktorunun da kör olduğunu görürüz. Bu ani ’’körlük salgını’’ sebebiyle devlet tarafından acil protokoller başlatılır. Kör olanlar ve olma tehlikesi yaşayanlar eski bir akıl hastanesinde karantina altına alınır ve olaylar asıl orda başlar.

Romanda Saramago, bu akıl hastanesinde yaşananlarla insanların ahlak değerlerini inceler. İnsanın içindeki iyiliği arar. Fiziksel dünyayı göremezlerken karakterlerin derinliklerinde saklı değerleri ortaya çıkarır. Ama bir yandan da insanların bu kaos anında, hatta tabiri caizse cehennemde ne tür yaratıklara dönüşebileceğini gösterir.

Şaşı çocuk annesinden ayrı düşerek koğuşa geldiğinde, koyu renkli gözlüklü kızın ona annelik ederek onunla ilgilenmesi- sadece fiziksel olarak değil, manevi olarak da bu sorumluluğu alması- ile insanların içindeki merhametin altını çizer.

Öte yandan salgın ilerleyip de kişi sayısı artınca, akıl hastanesinde kalan bu körlerin diğerlerinden üste çıkıp onları yönetmek isteyişi, insanın açgözlülüğüne bir örnek oluyor. Hatta yönetmek denmez buna, resmen zorbalık edip baskı uygulamaya çalışıyorlar. Silahı olan bir adam, insanlardan değerli eşyalarını ödeme olarak toplayıp yemek servisinin akışına el koyup insanların hakkı olan yemekleri onlara satmaya başlıyor.

Kitapla ilgili değinmek istediğim diğer bir nokta ise, ‘’doktorun eşi’’ karakteri. Bu karakter romanın sonuna kadar kör olmayan tek karakterdir. Sebebi kitapta verilmemekle birlikte, ona birinci koğuşun gayri resmî lideri diyebiliriz. Kadın, eşini yalnız bırakmamak için yetkililere yalan söyleyerek eşiyle birlikte karantinaya gider. Her an kör olmayı beklese de kör olmaz. Eşinden başka kimseye görebildiğini söylemez. Zira bunun birçok dezavantajı olacağını tahmin eder. Sırf görebildiği için kıskanılıp canından olabilir, görebildiği için köle olmaya zorlanabilirdi. Değerli görme yetisiyle roman boyunca birçok kilit noktada önemli rol oynar. 

Daha birçok örnek verilebilecek olsa da, biz kısaca Saramago’nun bir yandan insanın içindeki umut ışığını, bir yandan da karanlığı işleyişine tanıklık ediyoruz.

Bir diğer yandan kitapta, körlere yapılan anonslarda belirli saatlerde yemek dağıtılacağı, içlerinden biri yaralanırsa tıbbi yardım sağlanmayacağı gibi bilgiler verilir. Burada hükümetin bu salgını kökten bitirmek istediği çıkarımını yapabiliriz. O masum insanları, bu korkunç duruma terk ediyor oluşlarından kitabı okurken siz de çok etkileniyorsunuz. Onlardan biri haline geldiğinizde bu insanların yaşadıkları acılar, çektikleri sıkıntılar, hissettikleri korkular sizin acınız, sıkıntınız ve korkunuz haline geliyor.

Kitabın dili hakkında da birkaç söz söylemek isterim. Yukarıda da bahsettiğim gibi Saramago, isim kullanmaz, isimler yerine tasvirler kullanır. Körlükte de durum budur. ‘’Hiç yormuyor mu?’’ diye sorarsanız şahsen ben okurken yorulmadım. Kitabın konusu o kadar merak uyandırıcıydı ki, bir nefeste okuyuveriyorsunuz zaten. 

Bir başka Saramago özelliği de virgül ve nokta dışında hiçbir noktalama işareti kullanmamak. Diyaloglar virgüllerle ayrılıyor. Bu durum zaman zaman zorlayıcı olsa da genel olarak çok zorlanılmıyor.

Kitabı okurken o kadar sürükleniyordum ki, binmiş olduğum metroda son durağa geldiğim vakit, kitabın kapağını kapattığımda çevremdeki hiçbir insan beni göremiyormuş gibi hissediyordum. Herkesin kör olduğunu, hayatın durduğunu… Doğrusu bu kaos ortamını size başka nasıl tasvir edebilirim bilemiyorum. Mutlaka okumanız gereken bir distopya! Okurken çokça düşündüren ve kitabı bitirdikten sonra bir süre etkisinden çıkamayacağınız bir roman.

Leave a Reply

1 comment

  1. Anonim

    Uzun süredir okumayı düşündüğüm bir kitaptı, bu incelemeden sonra bugün okumaya başlamazsam ayıp ederim gibi hissediyorum. Teşekkürler.