Bu yazıda The Room’un kendisinden bahsetmek ve bu yapımı tanıtmak istemiyorum açıkçası. The Room’un kurban gittiği sağılma işlemine getireceğim sözü. İlk defa duyduysanız mutlaka izleyin. The Room, ’o kadar kötü ki çok komik’ türünün niş filmlerinden oldu yıllarca. İlk başlarda az biliniyor ve belli başlı insanları güldüyordu. Gerek bloglarda, gerek dergilerde, gerek Youtube’da, film incelemesi yapan kritiklerin birbirlerinden görmesiyle yayılmaya ve bu kötü filmin neden komik olduğunu anlayanların oluşturduğu bir elit ortaya çıkmaya başladı.
Postmodernleşme, klasik elitizimin meyvelerinden birisi olan, üzerinde düşünülmüş, planlanmış, anlamak için okumayı ve düşünmeyi gerektiren, formu belirli bir komedi kıstasını yıkıp yerine; içine girmesi daha zor, anlamsızlığa seyreden, kötü olduğu için güldüren, ironik bir forma bürünmesine yol açtı. Elitizimin işe yarayan yanlarından birisi, dışarıda kalanların aidiyet hissetme arzusuyla kendini geliştirmesi ve bu sayede toplumun kültürel anlamda ileriye taşınmasıydı; ancak postmodern elitizimde ileri gitmek yerine, yapıbozumculuk ile tüm gidilmişlik alaşağı ediliyor ve anlamsızlık girdabına giriliyordu. Bu elit kitleyi oluşturan entelektüellerin belirlediği tepe nokta, ister düşünülmüş ister rastgele bir komedi türünde olsun, yavaşça toplumun zevklerine nüfuz eder ve toplumun genel tercihi olmaya başlar. Bir konuya ilgisi olan insanların sayısı artmaya başlayınca da, ortaya bundan kâr etmek isteyen insanlar çıkmaya başlar.
Konumuza geri dönelim. The Room’u komik bulan ve inceleme yaptıkları yayın organlarında bunu paylaşan incelemecilerin fikirleri, yavaşça topluma akın etmeye, The Room’un ‘şakasını’ anlayabilenler de gitgide artmaya başladı. The Room’da Mark karakterini canlandıran Greg Sestero’nun bir röportajında söylediğine göre, 2008 yılında filmi ilk kez izlemiş olan bir eleştirmen, filmi izlediği 60 kişinin ekrana arka planda gördükleri her kaşık fotoğrafından sonra plastik kaşık fırlatmalarından ve heyecan içinde replikleri haykırmalarından sonra Sestero’yu arar ve filmi ‘hayatının en iyi sinematik deneyimi’ olarak gördüğünü söyler. Bu esnada The Room zaten üniversitelerin sinema bölümlerinde incelenmeye başlamış ve belirli bir kesim sinema izleyicisince bir grup içi şaka hâlini almıştı. Makaleden sonra işler daha da hızlandı, filmi sevenlerinin sayısı hızlıca arttı. Bu da The Room’u, para kazanmak isteyenler için harika bir hedef yaptı.
Greg Sestero, sağıma başlayan ilk isim oldu. 2013 yılında, incelemecilerin Sestero’ya, filmin yönetmeni, başrolü ve senaristi, Sestero’nun da ev arkadaşı Tommy Wiseau’nun davranışları ve The Room’un çekimi hakkında soru sorup durmalarından sonra Disaster Artist’i yazdı. Başarılı bir film yapmak ve hatrı sayılır film yapımcılarından biri olmayı isteyen Wiseau’nun hayallerini, amaçlarını ve yaptığı garipliklerini derleyerek arkadaşlıklarının temeli altında yazdığı kitap, The Room için ölüp bitmekte olan okuyucular tarafından çok beğenildi. Kitabı okumadım, ancak şunun farkına varmakta fayda var. Herhangi bir medyanın hype’ına yakalanmışsanız, önünüze o medyayla ilgili çıkan her türlü yeni bilgi, magazin, dedikodu türevi şeyleri sağlayan kaynağı incelersiniz. Bunun istisnası çok azdır. The Room hype’ı yaşanırken, filmin başrollerinden birinin yazdığı, tartışma uyandıracak bir kitabın tutmaması beklenemezdi. Holywood’daki postmodern komedi elitinin en önemli isimlerinden James Franco, kitabı filme uyarlamaya karar verdi. Gayet başarılı bir iş çıktı ortaya. Filmdeki Wiseau, kitaptakine göre daha idealist, daha bir ‘kahraman’’dı, çünkü o da The Room’dan etkilenen ve filmi anlamış kesimdendi. Sestero, Wiseau’yu sinir buzucu ve garip bulurken, Franco, onu diğer insanlardan farklı bir dünya görüşüne sahip olarak görüyordu. Filmden sonra, The Room, artık popüler kültüre dönüştü. Bu noktadan itibaren, The Room’u The Room yapan özellikler, The Room üzerinden para kazanmak isteyenler tarafından sağılamazdı, yani Wiseau’nun garipliği çok üstünde düşünülmemiş bir formda, başka filmde daha kullanılamazdı. Artık Wiseau’nun garip cazibesinin ve komik şivesinin kullanılması komik olmayacak, tam tersine bayık bir tad bırakacaktı ağızda.
Sestero’nun tavırlarından anladığım kadarıyla, bu adam The Room’u anlamış insanlardan birisi değil. The Room tekrar popüler olmaya başladığı dönemlerden filme kadar olan zaman diliminde Wiseau’dan hiç haz etmediğine de eminim. Kitabı yazmasındaki niyetin de arkadaşıyla olan enteresan anıları The Room sevenlerle paylaşmaktan çok, kariyerinin başlamadan bitmesine sebep olmuş Wiseau’yu (ki başlamadan bittiğini düşünmüyorum zaten kötü bir aktör olduğu ortada) ve saçma hal ve hareketlerinin, hazır popülerleşmekte olduğu ve insanların bu saçma filmi izlemesinden ötürü, kendine bir kâr ve ün kapısı yaratmak olduğu kanaatindeyim. Açıkçası bu adamın vizyonsuz bir çıkarcı olduğu, senaristliğini yaptığı son filmden belli oluyor. Best F(r)iends. Baş rolleri Sestero ve Wiseau’nun oynadığı, yönetmenliğini de Justin MacGregor diye birinin yaptığı, Wiseau’nun iyi niyetini ve saflığını kullanıldığı, dünya saçması bir film.
Bakın senaryoya hiç girmiyorum, sinopsisini okuyun çok merak ediyorsanız, ama bana güvenin, Sestero’nun eline kalem kağıt vermemek gerekiyor. Bu kadar kötü bir karakter gelişim(sizliğ)i olamaz, bu kadar kötü bir hikaye örgüsü olamaz. Cidden son zamanlarda izlediğim en kötü filmdi. Sonradan fark ettim neden bu kadar kötü olduğunu. Çünkü, bu daha ilk bölümüymüş. 2. bir film daha varmış yeni çıkan. Sestero denen adamın, Wiseau’nun ismini ve The Room’un mirasını kullanarak, Franco’nun kazandığı parayı kıskanması üstüne, iki film çekersem iki kat para kazanırım diyerek böyle bir işe girmiş olduğunu düşünüyorum. Oturdum araştırdım yönetmeni, Facebook’unu buldum ve stalkladım. Pahallı kamerası olan, vizyonsuz, rastgele birisi açıkçası. Sestero’nun arkadaşı bile çıkabilir açıkası, çünkü prodüktör ve sinematograf yönetmenin arkadaşı. Çekelim filmi, kırışırız paraları aramızda düşüncesiyle tanıdıklarına çektirmiş gibi bir his veriyor. Çünkü takım gerçekten amatör. Senaryoyu geçelim, minimum 3 farklı kamera kullanılmış mesela çekilirken ama renk ve görüntü düzenlemesi yapılmadığı için belli oluyor kaç kamera kullanıldığını. Sinematografi uğruna hiçbir şey yok. Lens diyaframıyla oynayıp ışık bulandırma yapılmış her gece sahnesinde ve film boyunca saçma sapan efektler serpiştirilmiş oraya buraya.
Biraz daha teknik kısımlara bakarsak, filmin kurgusu yapılırken, çekilen sahnelerin bazılarında hızlı kaydedilmiş hareketler yavaşlatılmış, ancak yüksek frame’li kayıt alınmadığı için görüntüde bozukluklar var, görüntü hayaletleniyor, yani atıyorum kolunu yukarı kaldırırken powerpoint sunusuymuş gibi ağırca yukarı giden kol arkasında şeffaf frameler bırakıyor. Imovie’de filmin editingini yapmışlar sanırım. Aşırı amatörce yapılmış bu editing kısmında mide ağrıtıcı bir kabiliyetsizlik var. Bu saydıklarımın hepsi kabul edilebilirdi, tabii eğer film kendini ciddiye almıyor olsaydı. İstisna olarak The Room kendini çok ciddiye alıyor ama Wiseau’nun saflığı, filmi sinir bozucu değil tatlı ve komik yapıyor. Best F(r)iends’in kendini beğenmiş havası yüzünden bunu hissetmek imkansız, ucuz, kasıntı, festival filmi çekmeye çalışan lise proje ödevi özelliklerine sahip çirkin bir film. Sestero başarısız bir aktör, kabiliyetsiz bir senarist. Wiseau’yu ve onu The Room’dan sonra sevmiş insanların iyi niyetlerini, üzerinde uğraşılmamış, düşünülmemiş ve emek harcanmamış bir filmle, kullanarak para kazanmak derdinde olan birisi bana kalırsa. Kötü olduğu için komik olan bir film izlemek isterseniz The Room’u, kötü ve özelliksiz bir garabet izlemek isterseniz de, Wiseau’nun komikliğini sağarak öldüren, sandukaya çivileri çakan Best F(r)iends’i izleyebilirsiniz.