YALNIZLIĞI RESMETMEK: EDWARD HOPPER

Ey zaman, uzaklaşmaktasın benden şimdi.
Yaralanıyorum her kanat çırpışınla.
Ama kalınca yalnız, söyle, neye yarar ki
dudaklarım, gecem ve gündüzüm tek başına?

Yok bir sevgilim, bir dört duvar,
ne de bir iklim, gönlümce.
Bütün kendimi adadıklarım, ömrümce
ansızın zenginleşip beni harcamaktalar.

Rainer Maria Rilke (çeviri: Ahmet Cemal)

Kimi zaman bir restoranda, kimi zaman bir sinema salonunda, kimi zaman bir ofiste ya da perdesiz bir pencerenin karşısında yalnız kalan insanları resmeder Amerikalı realist ressam Edward Hopper. Hopper’ın resimlerinde nüfus patlaması yaşanırken boş sokaklar ve bir kez yalnız kalınca daha da yalnızlaşan insanlar görürüz.

Edward Hopper, 22 Haziran 1882’de orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak New York’ta dünyaya gelir. Ailesi tarafından sanata olan ilgisi teşvik edilen Hopper; Munch ve Repin gibi akranı sayılabilecek diğer büyük ressamların aksine ne sorunlu bir ailede büyümüş ne de yoksullukla mücadele etmiştir. Hopper, lise eğitimini tamamlamasının ardından kısa bir süre illüstrasyon eğitimi almasından sonra New York Sanat Okulu’na kaydolur. Ressam bu okulda; William Merritt Chase ve Robert Henri gibi dönemin önemli sanatçılarıyla yakından çalışma şansını yakalayacaktır.

Okulunu tamamlamasının ardından 1906’dan itibaren Avrupa’ya, özellikle Paris’e yaptığı seyahatler ressamın çalışmalarını derinden etkileyecektir. Dönemin Avrupası’nda esen soyut resim rüzgarlarına kapılmayan Hopper bu dönemde empresyonistlerden etkilenmeye başlar. Monet, Cezanne ve Van Gogh gibi empresyonistlerin etkilenen ressam; genel olarak “realist” olarak sınıflandırılmakla beraber; ölümüne yakın bir yıl olan 1962’de bile “Sanırım hâlâ bir Empresyonistim” diyebiliyordu.

1910 yılında Amerika Birleşik Devletlerine dönen Hopper, kariyerinin bu erken döneminde istediği başarı ve tanınırlığı yakalayamaz. Hopper’ın bu erken dönem resimlerinde yalnızlık temasına nispeten daha az rastlansa da ressamın biyografisini kaleme alan Gail Levin özellikle bu dönemdeki tablolara dikkat çekerek ilerideki eserlerde de tekrarlanacak olan gergin iç mekanlardaki yalnızlığa atıf yaparak bu resmi yazarın olgunluk döneminin erken bir habercisi olarak niteler. 1919 yılında 37 yaşındayken ilk büyük sergi davetini alan Hopper’ın talihi bu tarihten sonra dönmeye başlayacaktır.

Hopper’ın manzara resimlerinden sıyrılarak yalnızlığı resmederek kendini bulduğu eserleri özellikle 1930’lı yıllardan sonra sıklaşacak, 1940’ların sonundan itibaren ise zirveye ulaşacaktır.

Hopper’ın insana yalnızlığı soğuk bir rüzgâr gibi savurduğu ilk güçlü eseri, 1927 tarihli “Automat” isimli tablosu olarak görülebilir. Eserde, karanlık bir gece vakti iyi aydınlatılmış bir kafede yalnız başına oturan iyi giyimli bir kadın görülmektedir. Kadının yüz ifadesi ise ressamın sonraki eserlerinde de olduğu gibi belirsizdir. Belki de bu belirsizliktir bu resmi ilgi çekici kılan zira hem kafenin aydınlığı hem gecenin karanlığı hem de kadının yüzü o kadar belirsizdir ki ressam bu yalnızlık dışında hikâyenin içini doldurmayı izleyiciye bırakır.

Automat – 1927

Nitekim ressam eserlerindeki bu nötr yaklaşımı kimi zaman karakterlerin yüzlerini çevirerek daha güçlendirir. Hopper’ın 1927 tarihli bir başka eseri olan “Two on the Aisle” belki de arkası dönük ve tek başına olan bir kadın figürünü ilk kez gözlemleyebileceğimiz eserdir. Bu eser aynı zamanda Hopper’ın tek bir kişinin yalnızlığını güçlendirmek için kullandığı çiftler, kalabalık olması gereken mekanlarda yalnız kalınması gibi imgelemeleri kullanmasının ilk örneği olması açısından da ilerideki tarzı için önemli bir referans noktasıdır.

Two on the Aisle – 1927

Hopper’ın eserlerindeki nedeni belirsiz yalnızlık yıllar geçtikçe daha da artar. 1931 tarihli “Hotel Room” adlı eserde de bu kez bir otel odasında, yüzündeki ifadenin bir gölgeyle belirsizleştirildiği başka bir yalnız kadın görülür. Bu tabloda ise yalnızlığa eşlik eden başka duygular daha da ağırlaştırır resmin yarattığı dondurucu rüzgarları. Resimdeki kadın ne çantasını toplayabilecek gücü ne de elindeki biletten kafasını kaldırıp harekete geçme heyecanını bulabilmektedir.

Hotel Room – 1931

1939 tarihli “New York Movie”de ise ressam 1927 tarihli “Two on the Aisle” isimli eserinden çeşitli parçalar taşır. Resimde bir sinema salonunda kendi dertleri veya hayallerinde kaybolmuş bir yer gösterici kadını görürüz. Hopper bizlere yine kalabalık yerlerde yalnız olmanın ne demek olduğunu hatırlatır.

New York Movie – 1939

1942 yılında ise Hopper en ünlü tablosunu resmedecektir. “Nighthawks” isimli bu tablo ressamın realizmini en net şekilde gözlemleme imkânı sunacaktır bize. Resim öncelikle klasik bir Hopper tablosunda bulunan pek çok ögeyi bizlerle buluşturur. Öncelikle ressam daha önce olduğu gibi yine bir gece vakti iyi aydınlatılmış bir iç mekânı koyar hedefine, resimde bir çifti ve tek başına oturan arkası dönük yalnız bir adamı görürüz. Arkası dönük adamın aklından geçenleri anlamamız için pek de şans tanımaz Hopper bizlere. Ressam yine sadece hikâyenin yalnızca ana hatlarını sunmakta, hikâyeyi doldurmayı, duyguları tahmin etmeyi bizlere bırakmaktadır. Farklı mekanlarda geçseler, aralarında on beş yıl olsa da içerdikleri bu ögeler arasındaki benzerlikler nedeniyle “Nighthawks” ve “Two on the Aisle” aynı kaynaktan çıktıklarını çok net gösterirler bizlere.

Nighthawks – 1942

Nighthawks’tan başlayarak ressamın olgunluk dönemi eserlerinde yalnızlık hissine ek olarak dönemin ABD’sinde baş göstermeye başlayan “vahşi kapitalizmin” insan üzerindeki etkisi, Amerikan tipi yalnızlık da kendini göstermeye başlayacaktır. Nitekim Peter Schjeldahl, Hopper’ı “Amerikan yalnızlığının görsel ozanı” olarak çağırır ve ekler: Yalnızlık Hopper’ın Amerika’yı simgeleyen en büyük temasıdır: yalnızca soyut olarak bir ulus olan bir ülkede güvensiz kişilikler… (…) Hopper kendi yalnızlığımızla baş başa bırakıyor, nefesimizi kesiyor ve geri vermiyor. İnsan tebaasını “yalnız” olarak görmek onların gerçekliğini göz ardı ediyor. Biz de o insanlar olmak zorunda kalsaydık çıldırabilirdik ama -bakın!- durumları ne kadar kötü olursa olsun iyi durumdalar.

Morning Sun – 1952

Hopper’ın bizlere Amerikan tipi yalnızlığı en derinden hissettirdiği eserleri 1952 tarihli “Morning Sun” ve 1953 tarihli “Office in a Small City” isimli tablolarıdır. Nitekim bu eserlerinde ressam gerçekçilikten de bir parça uzaklaşarak adeta yalnız insanlar için yalnız mekanlar yaratır. Morning Sun’da bu sefer bir gece vakti değil de sabah saatlerinde yalnızlıkla karşılaşırız. Resimde hiçbir detay yer almaz, alabildiğine bir sadelikle ressam bizi yüksek katlı bir apartmanda, perdesiz bir pencerede güneş ışınlarının rahatsız edici yanını yalnız karşılamanın dehşetiyle yalnız bırakır.

Office in a Small City – 1953

“Office in a Small City”de ise yüksek katlı bir ofis binasında sıkışık masaların arasından belki de bugüne kadarki hayatını sorgulayan bir adamı görürüz. Pencerelerden gözüken sayısız binadaki sayısız hayattan uzak hissediyordur adam kendini. Zira, kim olduğundan kopmuş, Herman Hesse’nin dediği gibi çarklar arasındadır.

https://www.theguardian.com/artanddesign/2004/may/08/art

https://www.newyorker.com/magazine/2020/06/08/edward-hopper-and-american-solitude

https://www.edwardhopper.net/

https://www.britannica.com/biography/Edward-Hopper

Leave a Reply