Bir tren yolcuğuyla başlayan ama asla bir tren yolculuğuyla bitmeyecek bir hikâye Edinburgh. Ne kadar anlatılsa eksik aslında, ama hem İskoçya’nın hem dünyanın göz bebeği olmuş bu muhteşem şehri anlatmaya bir yerden başlamak lazım.
Öncelikle olur da yolunuz Edinburgh diye yazılan, “Edinbra” diye okunan bu şehre düşerse sizi her daim içinizi ürpertecek bir soğuğun selamlayabileceğini aklınızdan çıkarmamanızda fayda var. Mevsimlerden yaz, aylardan haziran olabilir; fakat Edinburgh’taysanız tepenizdeki yalancı kış güneşinden hallice bir güneşle yetinmek demektir yaz. Başlıkta da belirttiğim gibi bu şehir sıcaklığını güneşten değil, her daim içinizi ısıtan sıcacık İskoç insanlarından alır. İskoç insanları öyle sıcak öyle içtendir ki, o buz gibi havada ısındığınızı hissedersiniz. Bir yandan da şehrin soğuğunu ve insanların sıcaklığını aynı anda iliklerinizde hissetmenin karmaşasını yaşarsınız içinizde. Ama bu karmaşa çok da uzun sürmez çünkü şehir hiç fark ettirmeden sizi güzelliğiyle kendine çekmeyi başarmıştır bile. Hele bir de festival zamanı bu şehre gittiyseniz dört bir yandan yükselen müzik sesleri ve eğlencenin doruklarındaki insanlarla dolup taşan sokaklar ruhunuzu çoktan ele geçirmiştir. Edinburgh zaten festivaller şehri olarak anılan ve gittiğinizde bir festivale denk gelme şansınızın kuvvetle muhtemel olduğu bir şehir. Şehrin en önemli festivallerinden bir tanesi ağustos ayında gerçekleşen Fringe Festival. Bu festivalin dünyanın en büyük kültür-sanat festivallerinden biri olduğu söyleniyor. Festival zamanı şehrin dört bir yanına yayılmış yüzlerce etkinlikten elbette ki tüm turistler de paylarına düşen dozda kültür-sanatla beslenmeyi ihmal etmiyorlar.
Tabii bu muhteşem festivallere kendinizi kaptırıp da keşfedilmeyi bekleyen büyüleyici şehri yabana atmayın. Öncelikle birçok şehir gibi Edinburgh da eski şehir ve yeni şehir olarak iki kısma ayrılıyor. Edinburgh’nın Princess Street olarak bilinen ve pek çok dünya markasını da barındıran caddesi bir bakıma şehrin bu iki kısmını birbirine bağlıyor. Başka bir deyişle eski ve yeninin ahenkle harmanlanmış halini sunuyor bizlere. Şehrin biraz daha dışında kalan ve pandalarıyla ünlü Edinburgh Hayvanat Bahçesi de önemli ilgi odaklarından bir tanesi. İçinizdeki çocuğa kulak vermek isterseniz birbirinden sevimli hayvanları ve minik ziyaretçileriyle hayvanat bahçesi, keyifli bir pazar günü geçirmek için biçilmiş kaftan. Rotanızı eski şehir kısmına çevirdiğinizde ise buraya hakim olan gotik mimari, sizi alıp orta çağlara doğru büyüleyici bir yolculuğa çıkarmaya kararlı görünüyor. Eski şehrin kalbinin Royal Mile adı verilen caddede attığını söylemek gayet yerinde olur sanırım. Bu cadde Edinburgh kalesinden başlayıp Britanya kraliyet ailesinin İskoçya’daki adresi olan Palace of Holyroodhouse’da son buluyor. Yaz aylarının başında Kraliçe Elizabeth’i burada bulabilir, Edinburgh Dükü olan eşiyle beraber halkı selamlamalarına denk gelebilirsiniz. “God save the queen!” nidalarını unutmamak kaydıyla tabii. Biz kraliçeyi bir yana bırakıp Edinburgh sokaklarına dönelim. İşte eski şehirde gezilip görülmesi gereken pek çok yer bu Royal Mile’ın etrafında konumlanmış durumda. Her bir sokakta ayrı bir dünya bekliyor sizi. Birine girseniz öbürünün hatırı kalıyor o yüzden iyisi mi siz bir an önce tabana kuvvet diyerek sokakları arşınlamaya başlayın. O zaman ilk istikamet Edinburgh Kalesi!
Bu kaleye çıkıp İskoçya’nın alabildiğine yeşil ve heybetli doğasına bakarken karşınıza her an İskoçların milli kahramanı William Wallace çıkıp “freedom!” naraları atacakmış ya da Mel Gibson’la göz göze gelecekmişsiniz gibi hissetmeniz işten bile değil. Göz alıcı bir Edinburgh ve Kuzey Denizi manzarasına ev sahipliği yapan kalenin sizi sarıp sarmalayan ihtişamından kurtulur ve şehrin geri kalanını keşfetmeye niyetlenirseniz cumartesi günü kurulan rengârenk pazarıyla Grassmarket, şehrin ünlü mimari yapılarından St. Giles Katedrali, 7’den 77’ye herkesin ilgisini çekebilecek ve tek bir çatı altında bambaşka kültürlere tanıklık edebileceğiniz National Museum of Scotland görülmesi gereken yerlerden sadece birkaçı. Ayrıca J.K. Rowling’in Harry Potter kitaplarını yazmış olduğu The Elephant House da Royal Mile civarında bulunuyor. Rowling o zamanlar evinin yakıt parasını ödeyemeyecek kadar fakir olduğundan sabahtan akşama kadar bu cafede oturur ve kitaplarını burada yazarmış. Cafede Rowling’in Harry Potter’ı yazdığı zamanlardan bu yana çalışmayı sürdüren ve Rowling’i şahsen tanımış çalışanlarla sohbet etmek isteyen Harry Potter severlere duyurulur! Şehrin göze çarpan bir diğer özelliği ise çok sayıda mezarlık ihtiva etmesi. Eğer bunlardan biri olan Greyfriars Mezarlığı’nı ziyaret ederseniz içindeki demir parmaklıklarla kaplı mezarı görünce şaşırabilirsiniz. Rivayete göre 18.
Yüzyıl’da Edinburgh Tıp Fakültesi için gerekli kadavralar civardaki mezarlıklar kazılarak temin ediliyormuş. Bu durumdan muzdarip bazı kişiler de böyle bir yöntem bulmuş olsa gerek, ilginç doğrusu.
Ayrıca bu mezarlığa girmeden yol üzerinde göreceğiniz Greyfriars Bobby dedikleri köpeğin heykeli dikkatinizi çekebilecek başka bir eser. Söylenene göre Bobby sahibine o kadar bağlıymış ki sahibi öldükten sonra 14 yıl boyunca mezarının başında beklemiş. İskoç halkı da bu karşılıksız sevgi ve sadakati böyle bir eserle yaşatmak istemiş. Ne sevimli!
Yeri gelmişken doğasıyla nam salmış İskoçya’nın bu yönünden de bahsetmek gerek. Yeşilin bu denli farklı tonlarının bulunduğu bir ülke az bulunur. Bu sebeple İskoçya, bizim gibi ruhu yeşile aç Ankaralılar için çölde vaha niteliğinde. Ragbi ve kriket oynayanları, köpek gezdirenleri, mangal yapanları ve uçsuz bucaksız yeşiliyle The Meadows şehirdeki onlarca parktan sadece bir tanesi. Şehrin bir diğer cazibe merkezi ise Calton Hill. Birçok anıta da ev sahipliği yapan bu tepeye çıkıp doyum olmaz Edinburgh manzarasına tanıklık etmeden şehirden ayrılmayın.
Burada gün doğumunu ya da gün batımını yakalayabilirseniz daha da büyüleyici bir manzarayla karşılaşmanız kaçınılmaz.
Son olarak İskoç kültürünün vazgeçilmez unsurları viski, gayda ve kilt denilen eteklerden giymiş İskoç erkeklerini anmadan geçmemek lazım. Şehri keşfederken elinde gaydası, altında kiltiyle geleneksel İskoç müziğine hayat veren İskoç erkeklerinin keyfinden payınıza düşeni siz de alıyorsunuz. Bir de envai çeşit sakatattan yapılan geleneksel İskoç yemeği Haggis ile ülkenin ikinci resmi içeceği olan ve Fanta’ya benzeyen irn-bru da es geçilmemesi gereken lezzetlerden. Ben Royal Mile Tavern adlı bir pubda yediğim Haggis’in denemeye değer olduğunu düşünüyorum. En başında da bahsettiğim gibi Edinburgh anlatmakla bitmeyecek bir şehir. O yüzden size gerçekten yaşadığınızı hissettirecek bu şehre gitmeniz ve onu keşfetmeniz gerek. E hadi o zaman, Edinburgh yolcusu kalmasın!