Uzun zamandır gönlümden geçiyordu İstanbul. Gitmek, görmek, naçizane gözlemlemek ve yazmak istiyordum. Bu isteğimi sonunda gerçekleştirebilmiştim. Erzurum’dan, İstanbul’da deneyimleyeceklerimin bilinmezliğinin heyecanı ve mutluluğu ile birkaç günlüğüne ayrıldım. Yolculuğumda, Montaigne’in Denemeler eserinden bir kesit okuyabilmiştim. Son zamanlarda üzerine düşünmeye çalıştığım; William Shakespeare ve Yaşam Oyunu adlı yazımda da bahsetmeye çalıştığım üzere kendimiz, biz mefhumları ile yakından bağlantılı olduğunu düşündüğüm bizi anlayabilmek; sınırlarımızı ve var oluş bağlamımızı keşfetmek olgusuna dikkat çekilen bir denemeye rastlamıştım. Kitabıma tekrar göz attığımda, Kendimizi Anlatabilmek adlı denemenin ilk cümlelerinden birisinin altını çizdiğimi görüyorum: “Benim yaptığım, bildiklerimi söylemek değil, kendimi öğrenmektir”. Bu noktada, hayatımız boyunca çıktığımız yolculukların tümünde kendimizi öğrenmeye olan meylimizin pekişmesini ümit ediyorum.

Havalimanından çıkıp arkadaşımla buluşmak üzere otobüse bindiğimde Boğaz Köprüsü’nden geçerken denizin maviliğinin büyüleyici tonu gözümü alıyor. Yıllardır ailemle yaptığım Erzurum-Edirne arası yolculukların da benim için en keyifli anlarından birisi Boğaz Köprüsü’nden geçmek olmuştur. Bu sırada yalılara bakmak, onlardaki yaşanmışlığı anımsamak, içindekilerin ve kendilerinin hikâyelerini merak etmek bir çeşit alışkanlık haline gelmiştir. Bu sebeple olmalı ki Zülfü Livaneli’nin Leyla’nın Evi adlı romanını çok sevmiştim. Kitapta, Leyla’nın yalıdaki yaşantısının detaylarına vurgu yapılan kesitler zihnimde kalıcı bir yer etmiş gibi gözüküyor ki ben, şimdi bu yalıları gördüğümde hangisinin Leyla’nın evi olabileceğini kestirmeye çalışıyorum :). Bu zarif yaşanmışlık abidelerindeki Leylaların hüzünlerine, sevinçlerine, serüvenlerine okuduğum diğer kitaplar ile tekrar tanık olmak istiyorum. Bu noktada sizinle; ruhuma dokunan, bana Leyla’nın yalısındaki yaşantısına yakından tanık olduğum hissini veren cümlelerden birisini paylaşmak istiyorum: “Zamanla dolaptaki lavanta ve yalının kendine özgü nemli kokusu sinecek bunlara. Insan kokladığında aynen Leyla’nın onlarca yıldır yaptığı gibi Boğaziçi’ni içine çekiyormuş duygusuna kapılacak”. Otobüs ilerlerken Leyla’nın Evi ve ruhumdan bir parçayı Boğaziçi’nde bırakıyorum :).

Beşiktaş yakınlarında çocukluk arkadaşım ile buluşuyorum. Evine doğru yürürken kendisinin neşeli hali her zamanki gibi kalbimi ısıtıyor. Yürüdüğümüz yolun hemen sağında Türkiye’nin en yüksek ikinci binasını görüyorum. Kafamı kaldırıp kulenin tepesine bakmaya çalıştığımda boynumdaki omurların zorlandığını hissediyorum :). Cansız olan bir varlığın bu denli heybetli olup hâkim bir duruş sergilemesini sorguluyorum. Eve vardığımızda beni, minik bir dost da karşılıyor. Adı Boşluk :). Bir gözü görmeyen, melek bir yavru. Boşluk ’un enerjisi ve mutluluğu bana engellerin aslında bir kısıt olmayabileceği gerçeğini anımsatıyor. Kendisi de benden iyi bir enerji almış olmalı ki henüz tanışmışken gece burnumun dibinde uyumayı tercih ediyor. Buradan beş yıllık sevgili dostum Pati’ye seslenmek istiyorum. Seslenmem yeterli, o beni anladı :).  Birlikte bulunduğumuz dört gün boyunca Boşluk’un göz damlalarını sevgili arkadaşımla sıkmaya çalışıyoruz; yaramaz Boşluk, hiç sakin durmuyor. Yine onun sayesinde, engelli bir canın bakıcılığını yapmanın verdiği huzuru ve sorumluluğu deneyimlemiş oluyorum.

Boşluk’çuğum

Aynı gün içerisinde, ailemle daha öncesinde tiyatro izlemek için gittiğimiz Beşiktaş’ı şimdi ise arkadaşımla keşfetmek için evden çıktık. Otobüsten ilk indiğimizde karşıma saygıdeğer Mimar Sinan’ın eseri olan ve uzun zamandır ziyaret etmek istediğim Sinan Paşa Cami çıkıyor. Biraz ilerlediğimizde ise Beşiktaş Kültür Merkezi kendini gösteriyor. Kalabalık, çok kalabalık. İstanbul’dan ayrılmadan önce oradaki gösterilerden birisine gidebilmeyi arzuluyorum. Kültür Merkezi’ne tekrar baktığımda bulunduğumuz caddeye bakan pencerelerin, oyuncuların kulisine ait olup olmadığını merak ediyorum. Kulis kavramı her zaman ilgimi çekiyor. Bir başkası olmaya meyledip kendimizi o kişinin hayalimizdeki görünümüne büründüğümüz ve bu sayede oyunumuzun hakikatini (Naz Hoca’mdan edindiğim bir görüştür :)) artırmayı amaçladığımız bir aracıyı çağrıştırıyor. Bu noktada hayatımızın; parabolik grafiklerdeki dönüm noktalarını anımsatan ve seyrinin değiştiği süreçlerde bize kulisler sunduğu fikri beliriyor zihnimde.

Sokak boyunca ilerledikten sonra Akaretler’e gitme kararı aldık. Oradaki çikolatacıların methini İstanbul’a gelmeden önce de duymuştum. Tatlımızı alıp Sıraevler’in karşısında bir bankta oturduk. Eve döndüğümüzde; mimar olan bir diğer arkadaşımdan bu evlerin Sultan Abdülaziz tarafından, Sarkis Balyan’a, Dolmabahçe Sarayı’nın inşasında çalışanlar için yaptırıldığını dinliyorum. Bunun yanı sıra; araştırmalarıma göre Balkan Savaşları sırasında saygıdeğer ve sevgili Atatürk’ün, annesi Zübeyde Hanım ve kız kardeşi Makbule Hanım ile Akaretler’deki Sıraevler’de ikamet ettiğini öğreniyorum. Aynı kaynaktan, Mustafa Kemal Atatürk’ün, bu evde İsviçreli dil bilimci Ferdinand Saussure’i tanıdığını ve böylelikle Türk Dil Kurumu’na dair çalışmalarına başlamış olduğu bilgisini ediniyorum. Evlerin arasından geçerken, sevgili annemin söylemini anımsıyorum: “Burada kimler yaşamış, ne ümitlerle, ne sevinçlerle ve hüzünlerle camdan dışarı bakmışlardır, şimdi hiçbiri yok”. Bu noktada, yakın zamanda bir hocam sayesinde belleğimde yer etmiş bir terim zihnimde beliriyor: Memento mori… “Fani olduğunu hatırla, ölümü hatırla” manasını taşıyormuş. Evlere, hemen yanlarında yükselen ağaca ve dolunaya bakarken fiziksel var oluşumuzun geçiciliği ve yaşadığımız her anın kutsal olduğu gerçeğinin birlikteliği ile kısa bir hissizlik yaşıyorum. Hemen sonra, ziyaretçilerin fotoğraf çekilmesi için evlerin duvarına asılmış neon tabloları ve üzerlerinde yazan, “motto” benzeri söylemleri görüyorum… Caddenin aşağısına doğru ilerleyip eve gitmek için otobüse binecekken Sinan Paşa Camii’ni ziyaret edebiliyorum. Ancak otobüse yetişmemiz gerektiğinden Edirne’deki Selimiye Camii’nin zarafetine tanık olduğum kadar kendisini inceleyemiyorum. Bir gün tekrar buluşacağımızı ümit ediyorum :).

Sıraevler

Diğer günümüzde ise Ortaköy’e giderken Yıldız Parkı’nı ziyaret ediyoruz. Şu an üzerine düşünürken bile ferah havasını içime çekebiliyormuşum hissine kapılıyorum. Doğrusu, doğayı tarif ederken nasıl betimlemeler kullanacağımı kestiremiyorum; zira benim lügatımdakiler onun mucizevi tonlarını, gösterisini ve perspektifini tarif edebilmek için yetersiz kalıyor. Virgina Woolf’un, Orlando adlı kitabında, yazar olmaya meyleden ancak henüz iptidai seviyede denemeleri olan (kendimi anımsıyorum) Orlando’nun, şiir yazarken doğanın ona sunduğu yeşil karşısında uyaksız kaldığını belirttiği kesiti anımsıyorum :). Yıldız Parkı’ndan ayrılmadan önce heybetli bir ağaca birkaç saniyeliğine sarılıp onunla vedalaşıyorum.

“Saatin kadranındaki zamanla insanın zihnindeki zaman arasındaki tutarsızlık gereğince bilinmemektedir ve daha ayrıntılı incelenmeyi hak eder.”

Yıldız Parkı

Ortaköy’e geldiğimizde, Büyük Mecidiye Camii’nin Boğaz Köprüsü ile olan arkadaşlığını tüm ihtişamı ile sergilediğine bir kez daha tanık olmuştum. Son zamanlarda, İstanbul’a her gelişimizde ziyaret etmek istediğim caminin kapısının önündeydim :). Bu caminin 1853 yılında, Sultan Abdülmecid tarafından, Dolmabahçe Sarayı’nın inşasında da bulunan Nigoğos Balyan’a yaptırıldığını öğreniyorum. Caminin mimari üslubuna dair teknik kelimeler içeren bir kesit okumama rağmen bu cümleden anlayabildiğim, caminin klasik cami yapısı anlayışının dışında inşa edildiği oluyor.

Galata’ya geldiğimizde yokuşlar, sarmaşık ile kaplanmış heybetli bir duvar bizi karşılıyor. Sokaklarda ilerlerken etnik elbiseler satan dükkânları, “vintage” mağazaları ve karşılıklı dizilmiş apartmanları görüyorum. Fikrimce bu apartmanlar, görünüşlerindeki estetik kaygı ile günümüzün tekdüze binalarından kelimenin tam manasıyla ayrılıyor. Fotoğraflayabildiğim Doğan Apartmanı’nın hikâyesi de görünüşü gibi beni etkiliyor. Uğur Yücel ve Şener Şen’in başrolünde oynadıkları Muhsin Bey ve Eşkiya filmlerinin bu apartmanda çekildiğini öğreniyorum :). Emektarları da sevgi ve saygı ile anıyorum. İstiklal Caddesi boyunca yürürken İstanbul’a gelmeden önce araştırdığım ve görmek istediğim Narmanlı Han karşıma çıkıyor. Binanın girişinde edindiğim bilgiyeden; Ahmet Hamdi Tanpınar, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Aliye Berger gibi sanatçı ve edebiyatçıların bir zamanlar burada yaşadıklarını öğreniyorum. Hayatımda önemli bir etkisi olan Ayşe Kulin’in Füreya adlı romanında tanıştığımı anımsıyorum Aliye Berger ile. Narmanlı Han’ın karşıma tesadüfen çıkmasındakine benzer bir mutluluk yaşıyorum, kendisinin yaşadığı evi de tesadüfen ziyaret ederken.

Narmanlı Han’ın Girişi
Sağ tarafta Doğan Apartmanı

Biraz yürüdükten sonra, öncesinde ailemle de ziyaret ettiğim Sent Antuan Kilisesi’ni arkadaşlarımla tekrar ziyaret ediyorum. Yankılanan sesler, sağda ve solda yanmakta olan mumlar, tütsüyü anımsatan koku, heybetli kolonlar, Hz. İsa’nın heykeli önünde dua eden bir kadın… Biz insanların; inanmaya, hayata tutunmaya meylindeki farklı görünüme bürünmüş ortak manaya şahit olduğum hissine kapılıyorum. Mevlana’nın da belirttiği gibi:

“Gerçekte cezbeden birdir, fakat sayılı görünür.”

Sent Antuan Kilisesi

Erzurum’a dönmeden bir gün önce, Beşiktaş Kültür Merkezi’ndeki gösteriye gidebiliyorum. Gösteri bitişinde bir hüzün kaplıyor içimi. Saat ilerlerken sessizleşen sokaklarda yağmur damlalarının sesi ve toprak kokusu ile İstanbul’daki son saatlerimin keyfini çıkarıyorum.

Diğer gün hava limanı için yola koyulmadan önce sevgili Boşluk ile vedalaşıyorum. Son olarak, yazımın başlangıcında bahsettiğim “Sapphire” adındaki kulenin elli dördüncü katına çıkıp İstanbul’u izliyoruz. Bu manzaranın en şahane tarafı ise yine Boğaz oluyor! :).

“Ne de olsa onun doğası da eşi bulunmaz bir sanat eseriydi.”

Yazımı tamamlamadan önce İsmihan’a İstanbul gezimiz ve bana o güzel evini açtığı için teşekkür etmek istiyorum…

Ve bir teşekkür de sizlere :).

Yazımda Kullandığım Kaynaklar:

Orlando, Virginia Woolf

Leyla’nın Evi, Zülfü Livaneli

Fîhi Mâ Fîh ,Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmi

Füreya, Ayşe Kulin

Melike Alpay, Doğan Apartmanı: Galata’nın Tarihi Binası ve Hikayesi

Prof. Dr. Semih Tezcan, Atatürk’ün Akaretlerde Oturduğu Ev

Vikipedi, Büyük Mecidiye Camii

http://www.bilgiliholding.com/tr/projeler/karma/akaretler-siraevler.html

Leave a Reply

4 comments

  1. Anonim

    Etkileyici

  2. Anonim

    Teşekkür ederim :) Okuduğunuz için teşekkürler

  3. Anonim

    Bayıldım

  4. Anonim

    Mükemmel