“yine gözümüz yükseklerde”
En derin anlamsızlık bile kendine bir kat daha aşağısını buldu, hayret! Her gün memnuniyetsizliğimizi haykıra haykıra uyandığımız sabahlardan, övgülerden uzak cümlelerle andığımız hayatlarımızdan ve bizden; en önemlisi bizden geriye ne kaldı, hiç bilmiyorum artık. Kıymet bilmezliğimize gösterilen sarı kartlardan ders almadıkça bu hazin sona yaklaştığımızın farkına varamadık. Kendimizi kanıtlamaya çalışır gibi kibrimizle üzerinde tepindiğimiz dünya, kendisine yapılan haksızlıklara seyirci kalamayarak en nihayetinde, düdüğü çalıp isyan bayrağını çıkarttı. Bu, vakti zamanında takınmış olduğumuz umursamazlığın cezası ve bizlerin kırmızı kartı.
“hayat geçiyor perde perde”
Sahneye çıktık, perdeler açıldı ve oyun başladı. Her kaç yıl geçtiyse bu hadisenin üzerinden, hepimiz iyi ya da kötü, elimizden gelenin en iyisini yapıyor ve hayat sahnesinde rollerimizi ifa etmeye çalışıyoruz. Uzun mu yoksa kısa soluklu mu olacağını bilemediğimiz bu hayat yolculuğunda, durmaksızın sayısız mücadeleler kucaklıyor bizleri. Hiçbiri ötekinden daha beklentisiz olmayan bu yığın, sırtlarımıza kambur olabilmeyi de kendine borç biliyor. Sahne ışıkları gözlerimizi alırken ve aslında birlikte bulunmayı arzu etmediğimiz oyun arkadaşlarımızdan kaçmaya çalışırken bizlere bahşedilmiş metrekarelerin dışına adım atmanın imkansızlığını, kostüm diye üzerimize giyiyoruz. Molası olmayan sonsuz bir karmaşa, bizimle birlikte ama bizim dışımızda öylece süregeliyor. Herkes herkese gülümsüyor, herkes herkesle bir köşede kol kola ama kimse kimseyi sevmiyor. Oyun gereği yüzümüze konumlandırdığımız maskeler; altındaki yalanı ve sahteliği biraz olsun örtüyor, evet ama kimse kimsenin asıl yüzüne bakmıyor. Bilsek yalanın altındaki gerçeği eğer o kalabalıkta birbirimize çarpan kollarımız, sertleşir ve acımasızlaşırdı. Ve o zaman, sahnenin üzerinde kendi debisiyle akan insan seli, kana bulanmış gövdesiyle seyircisine selam verirdi.
“gel vazgeçelim hiç zorlamadan”
Kendimize, birbirimize ve hatta içimize dönmeden; sağ çıkmaya çalıştığımız mücadeleler, bizi ölümün kıyısına getirip bırakmaktan ve tek başınalığımızla çareler aratmaya devam etmekten hiç çekinmeyecek. Bulunduğumuz sahnede, ayaklarımızın altında dünyanın döndüğünü bildikçe yalan ve gerçeği birbirinden ayırt edebilmek bu kadar çetrefilli olmamalı ama biz sadece kendi varlığımıza methiyeler düzmeye çalışmaktan ve kendi cumhuriyetimizi ilan etme çabasından, aslında çevremizdeki herkesten çok kendimize düşman olmaya devam ediyoruz. Birbirinden apayrı gibi gözüken parçalar, bütünlendiğinde asıl anlamını simgeliyorsa bu oyunda; yalnızca kendimizi ispat etmeye çalışmak dışında üstlenmemiz gereken daha asli görevler var. O sahne, içine fütursuzca fırlatıldığımız dünya. Evet, sorulmadı ve haber verilmedi; en önemlisi burada bulunmak isteyip istemediğimiz kimseyi ilgilendirmedi. Fakat, küçük bir çocuk gibi oyunun kurallarına isyan etmeye devam etmenin ve üzerinde bulunduğumuz yeri bilmem kaç şiddetinde sarsmanın ve aslında bu tepinmelerin, hayatı sorunsuza en yakın şekilde geçirebilmek için tek bir faydası dahi yok. Etrafımıza bakınca, o sahnenin özgür ruhumuza ne kadar dar geldiğini ve asıl yüzlerini göremediğimiz insanların bizi ne derece intihara sürüklediğini biliyorum. O sahneden atlamak bu intiharı gerçekleştirmeye yeterliyse eğer, onu yaptıktan sonra aşağıda bizi neler beklediğini de evvelden düşünmüş olmak gerekiyor. Aslında, sadece biraz sabır ve yeterli metanet; hiçbir şeyin yerini değiştirmeden, bizi o sona olması gerektiği gibi götürmeye yeterli olabilecekken, artık birbirimize olan düşmanlığımız bir komediyi simgeliyor adeta. Sevginin, saygının, vefanın ve tebessümlerin eksildiği yerlerde; kötü olan her şey kendine yayılabilmek için ortam kazanıyor. İyiyi ararken kötüye ulaşmak, bu işte. Bir felakete sebep olmadan kapansın diye perde, hırçınlıktan vazgeçmek… Elzem.
“yapamadığım birçok şey var”
İnanması güç ama ayak bastığımız yer sahiden de üç günlük. Gözünü açtın, sonra perdeler; oynadın, yoruldun, gözün kapandı ve tekrar perdeler. Bu kadar basite indirgenebilen bu “uzun” serüven içerisinde, yoruluyor olmamızın derin bir anlamı var. Durmadan olmak istediğimiz bizim ve hayallerimizin peşindeyiz ama unuttuğumuz şey şu: Biz kovaladıkça onlar bizden kaçmaya devam edecekler. Kim yazıyor bu kuralları da kaçanı kovalıyorlar bilmem ama tek bildiğim; hayat boyu bizi tatmin etmeyecek kadar azını yakalayabileceğimiz. Hangi yaşta olursak olalım, en büyük şikayetimiz sahip olamadıklarımız ve bu yüzden, her güne, sonsuz koşuşturma için uyanıyor ve kendimiz dışında her şeyin peşinden gidiyoruz. Oysaki, bulunduğumuz yere en çok biz yakışıyor ve yine sağlam bastığımız her adımda, bir sonrakinin cesaretini biz veriyoruz. Kovaladıklarımız, yetişemediklerimiz, ulaşabildiklerimiz ve tutunamadıklarımız hep olacak ama önemli olan, her bir yağmur damlasına dokunabilmek değil de elimizin isabet edebildiklerini okşamak. Aksi halde, gökyüzünün azat ettiği her bir damlayı bizim saymak; haddimizi bilmemekten farksızmış çünkü biz hayatın verdiklerine sarılmadıkça onun bizim için acımasız planları varmış.
“bir yer bulalım, dünyadan uzak”
Bir yerde uyuşamadık, belli. Şartlar uymadı ve en nihayetinde ortaklık bozuldu. İnsanlığa oyununu sergilemesi için bir sahne bahşeden bu dünya, fevri bir kararla, tersine dönmeye ve bizleri karanlık zindanlara hapsetmeye karar verdi. Memnuniyetsizlike buluştuğumuz ışık rüyası sahnemiz, zifiri karanlığa bürünerek kendisiyle birlikte üzerinde bulunan her şeyi de karanlık kuyulara hapsetti. Artık oradan oraya koşuşturan insan seli ve çarpışıp duran kollar yok. Ciğerlerimize doldurduğumuz tertemiz nefesten aldığımız cesaretle, attığımız sahte naralar ve kahkahalar da yok. Kostüm diye giyinip samimiyetsizliğe merhem yaptığımız maskeler, eriyen gerçeklikle derimize yapıştı ve istesek de artık söküp atamayacağımız kadar sahici bir hal aldı. Kimse kimseyi tanımıyor ve kimse kimsenin yamacından bile geçmiyor; sanki yayılan ve etrafı kaplayan bir facia bizlere içten içe bunu öğütlüyor. İnsanlar; eskiden sahnede boylu boyunca salınan, endamını gösteren, bir canlılıkla ve güçle olduğu yerde tepinen ve şimdi sere serpe, oldukları yerde sanki ölüme uzanıyorlar. Gözlerinde telaş, korku, şaşkınlık, özlem ve nice duyguyla; sanki geçmişi anıyor ve pervasızca, bulundukları yerden bir gücün onları çekip almasını ve havası kirlenmiş bu diyardan göçüp gidebilmeyi umuyorlar.