ankara gece

Tek haneli zamanlarda tanıyamazsın Ankara’yı, pusa bürünmüş bir büyüsü vardır çünkü. Hemen göstermez kendini, “sabır denizinin dibine gizlenmiş bir sırdır” Ankara’nın gerçek yüzü.

Bilmeyenler, sonbaharı yakıştırır Ankara’ya. Ankara’da takvimlerin hazana takılıp kaldığını sanarak; buğulu camlardan yağmuru izleyen insanlar düşlerler, Ankara’daki tanıdıkları düşünürlerken. Öyle ya, “Ankara’da aşık olmak bile zordur” çünkü.

Oysa, Ankara ne kış kadar acımasız ne güz kadar karamsardır. Büyük caddeleri kahverengine çalmaz dört mevsiminde de; ama bilmezler. Hele güneşten gözleri kamaşan aşağı mahallenin insanları, Ankara’yı anlayamaz.

Ankara adildir. Bir yılı öyle güzel bölüverir ki, doyar insan dünyanın tüm hallerine. Nisan yağmurlarını da bilir, kasım yağmurlarını da; ama onlar bilmezler bunu. Dünya’nın bir yüzü aydınlıkken, diğer yüzünün gözlerini yumduğunu bilmedikleri gibi, Ankara’nın adaletini de bilmezler. Onların bütün sandığı, yarım Ankara bir masal gibi anlatır soğuğu ve hüznü.

Eylül alıştırır bizi kimsesiz soğuklara; rüzgarsız, yağmursuz, akıl almaz soğuklara… Önce yazı tüketir eylül. Usul usul, ılık ılık terk eder yaz kurağını. Geceleri insanın içini ürperten tatlı rüzgarlarla haber verir önce. Sonra soğuğa ilerler masalı. Bir sabah, soğuktan dişleri birbirine vurduğunda anlar insan, ekimin geldiğini.

Ekim, oyalar yaz hasretini. Yara bandını ne kadar hızlı çekersen o kadar çabuk diner acın; ekim de öyle yapar. Buz basar insanın kor gibi yanan yaz hasretine. Öyle yakar öyle yakar ki buz, pare pare yanan ateşler donuverir. Kasım ağlar insan için; sızım sızım sızlayan yarası için ağlar sanki ve sonra, gözyaşları dindiğinde kavurur soğuğuyla.

Biten bir yılın hüznünü taşıyarak gelir aralık ve kışı muştulayarak. Karla karışık yağmurlara karışır hüzünle karışık gözyaşları. Uzakta kalmıştır yaz. Uzakta kalmıştır sevdikler. Uzakta kalmıştır güneş, ki güneş bile ısıtmaz olur Ankara’yı. Bulutlar serdiği yatağında uyur, belki de başka topraklara sevdalanır; bilinmez.

Sonra bir bebeğin masumiyetine öykünür Ankara. Tüm günahları ve kirleri kapatmak istercesine yağar kar. Bir yaranın kabuk bağlaması gibi, tozlu ve günahkar topraklar örtünür karla. Alabildiğine beyaz, alabildiğine temiz ve suçsuz olur bu, yazı bile buzdan şehir. Onlar bilmez, tanımazlar kardaki masumiyeti.

Şubat kendinden çalınan günlerin intikamını soğukla alır. Şubat sabahlarının ayazı bir başka yakar yüzü, yırtar adeta. Gözünden yaş gelir sanırsın; ama onlar bile donar, akmaz olur. Soğuk diyarlarda anlatılan bir masalın sonuna geldikçe şiddeti de artar soğuğun.

Her masalın sonu mutlu biter sanır onlar. Bilmezler Ankara masalının soğuk sonunu; güneşin yüreklerine gölgeler düşürdüğü mart günlerinde, Ankara öyle üşür ki merhamet dilenir bulutlardan. Biraz aralansalar güneş ortaya çıkacak; ısıtmasa da orada olduğunu bilmek bile yetecektir Ankara’ya. Güzel günlerin geleceğine inanmaktır tek isteği. Ve bulutlar alay eder Ankara’yla. Aralanıp güneşin suretiyle kandırırlar Ankara’yı önce; sonra gülmekten gözlerinden gelen yaşlar yıkar Ankara’yı. Karla karışan yağmur kirletir yeniden sokakları. Ankara masumiyetini kaybeder ve tüm günahlar su yüzüne çıkar, bulutlardan gelen suyla. Unutulmaktan korkan bir masaldır mart. O kadar soğuktur ki, aklına kazınır insanın. Bir dahaki ziyaretine kadar saygıyla karışık korkuyla anılmaktan gurur duyarak uzaklaşır ve nisana bırakır yerini.

Ankara’nın tebessümüdür nisan. Öyle güzel yağar ki yağmurlar ve nisan öyle güzel hediyeler getirir ki dünyaya… “Yağmur yağar, akasyalar ıslanır” ve Ankara’nın koyu gri yollarına en çok yakışan ağaçtır akasyalar. Ankara, iklimi sıcak masallarını anlatmaya başlar. Kış ise başka diyarlarda dile gelir, söylenir.

 

Leave a Reply