Eserlerine hayran olduğum Fransız müzisyen Yann Tiersen’in birçok parçasını güzel bir yolda yürürken, uzun bir yolculukta ya da gözlerimi kapatıp dinlenmek istediğimde açıp dinlerim. Müzik çevrelerinde Tiersen’in tarzı minimalist ve deneysel olarak geçiyor. Bunda eserlerinde kullandığı birçok farlı enstrümanın da önemli etkisi var. Akordeon, keman, gitar, banjo, mandolin, harpsikord, vibrafon, melodika gibi enstrümanlardan benim için belki de kendim de çaldığım için en etkileyici olanı piyano. Tiersen, en güzel piyano eserlerini Jean-Pierre Jeunet’in Amelie adlı filmi için bestelemiş bence. Uzun bir süre bu film hakkındaki tek bilgim müzikleri oldu. Sadece müziklerini dinleyerek konusu hakkında kendimce bir fikir edinmiştim neredeyse. Dinledikçe ve hatta piyanoda çaldıkça, kafamda, müziklerin çaldığı sahneler oluşmuştu. Amelie benim için uzun bir süre kendi kafamda, sadece müziklerinden yarattığım bir filmdi. Neredeyse kendimi filmi izlemiş sayıyordum. Aslında filmi izlemediğimi hatırlamam ve fark etmem çok sonraları oldu. Ve en sonunda senelerce müziklerini dinlediğim bu filmi izlemeye karar verdim.
Filmin yönetmeni Jean-Pierre Jeunet, sıradışı tarzı olan bir yönetmen. Filmleri, özellikle de Amelie bir dış sesin de varlığıyla bir masal gibi ilerliyor. Küçük ayrıntıların beklenmedik bir şekilde ekrana aktarıldığı çoğu filminde olduğu gibi yönetmen Amelie’de de bunun büyüsünü kullanıyor. Filmin başlangıç noktası, Amelie’nin hayatının akışını değiştiren olay da işte böyle küçük ve önemsiz bir detayla başlıyor.
Film, büyüsünün büyük bir çoğunluğunu da kesinlikle müziklerine ve güzel şehir Paris’e borçlu. Film Paris’in Montmartre isimli, XVIII. bölümünde bulunan bir yerleşim yerinde geçiyor. Burası Paris’in en yüksek rakımı bölgesi. Bu yüzdendir ki Paris manzarasını izleyebileceğiniz en güzel noktalardan birisi olma özelliğinde. Paris’in bu bölgesi de filmle o kadar bütünleşmiş ki sanki Amelie gerçekten de sokağın köşesindeki o manavdan alışveriş yapıyor, Paris’in en derin metro istasyonu olan 12. hattaki Abbesses durağında inip evine gidiyor, Café des 2 Moulins’de garson olarak çalışıyor ve istasyondaki fotoğraf kulübesinin altında yalnızlığını gidermek için yabancıların fotoğraflarını topluyor…
Oyuncuların da filme olan inanılmaz katkıları tabii ki filmi güzelleştiren bir diğer faktör. Amelie karakterine hayat veren, başrol oyuncusu Audrey Tatu sanki bu film için yaratılmış. Karakteristik yüzü ve bakışları, yalnız bir çocukluk geçirmiş, kapalı bir çevrede büyümüş birinin hüznünü çok güzel yansıtıyor. Sempatik Nino (Mathieu Kassovitz) da film boyunca sizi gülümseten karakterlerden biri. Sadece başrol oyuncuları değil diğer karakterler de filmde oldukça etkileyici. Özellikle kıskanç, takıntılı kafe müşterisi Jospeh (Dominiqe Pinon) favorilerimden biri oldu.
2001 yılında yapılmış bu filmi geç de olsa izledikten sonra düşündüm: Küçük tesadüfler ve günlük olaylar sonucu Amelie’nin değişen hayatı, aslında hepimize hayatı bir noktadan tutup çekmemiz ve ardından ne geleceğini beklememiz gerektiğini gösteriyor. Hayat mutluluğu her zaman şaşalı sürprizlerle değil, minik detaylarla da sunabiliyor. Amelie içinde bol aksiyon barındıran, sizi delicesine heyecanlandırıp ekrana kilitleyen bir film değil. Ama içinizi ısıtan ve gerçekten farklı hissettiren bir film ve benim için artık Yann Tiersen ile bir bütün. Amelie, Paris sokaklarında gezinirken çalan Le moulin, ilk kez aşık olup da monoton hayatına renk getiren bir kovalamaca oyununa soyunduğunda çalan L’après-midi, Sur le fil, La valse d’Amélie ve daha birçoğu artık benim için daha anlamlı. Daha fazla detay vermeden filmi izlememiş olanlara izlemelerini, Paris’te ufak bir gezintiye çıkmalarını tavsiye etmiş olalım…