Mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri, Berlin Yahudi Müzesi… Müze tek kelimeyle mükemmel, mimarisinden içeriğine kadar her şeyiyle en iyisini yapmayı başarmışlar. İki binadan oluşan müze, Yahudilerin tarihini ve Soykırımı tüm çıplaklığıyla ve en yaratıcı şekilde ziyaretçilerine gösteriyor. Amaç; Yahudilerin tarihlerine, yaşadıkları acılara saygı göstermek ve tüm dünyanın önünde onlardan özür dilemek… Zaten Berlin’de her köşede, her meydanda karşınıza çıkan anıtlar, sembolik mezarlar ve duvarlara kazınmış yazılarla sanki tüm şehir ayağa kalkmış, her şey için özür diliyor. Bu müze ise tarihin hiç şahit olmadığı kadar şık bir şekilde yapıyor bunu.
Müzenin çarpıcı yanlarının başında binanın mimarisi geliyor. Bina zikzak şeklinde ve duvarlar tamamen betonarme. Soğuk, depresif ve ciddi… Girdiğiniz anda binanın karakteri sizi de içine çekiyor, şu an çoğumuza uzak gelen soykırım gerçeğinin huzursuzluğunu hissediyorsunuz. Binanın böyle olmasının amacı da hissettirmek zaten. Sadece vitrinlere bakıp ölen milyonlarca Yahudi için “yazık!” demenizi istemiyorlar; onlara üzülmenizi değil, onlarla birlikteymişçesine üzüntüyü de çaresizliği de hissetmenizi istiyorlar. Koridorlarda özel cam vitrinlerde sergilenen mektuplar, eşyalar, fotoğraflar ve hikayeler var. Kesinlikle çok etkileyici bir sergi yöntemi. Mesela, size mutlu bir ailenin hikayesini anlatıyor, fotoğraflarını gösteriyor, toplama kampına götürülmeden bir ay önceki mutlu bir mektuplarını okutuyor sonra da “ailenin tüm üyeleri 1943’te Yahudi oldukları için öldürülmüştür.” diyor. O öldürülen insanlar sadece “birisi” olarak kalmıyor sizin için. Hayat hikayesini öğrenip, yüzünü, eşyalarını ve el yazısıyla yazdığı mektubu görüyorsunuz. Yakın hissediyorsunuz, üzüntünüz içten oluyor. O mektuplardan dikkatimi çeken iki tanesi şöyle:
Nisan 1943’te en büyük toplama kampı olan Auschwitz’de bulunan Walter Windmüller mektubunu gizlice göndermeyi başarabilmiş. Mektubu Magdeburg’daki Julius Riese’a göndermişti fakat bilmediği şey Julies Riese’ın çoktan ölüm kampına gönderildiğiydi. Yani mektup asla alıcısına ulaşamadı. Walter Windmüller ve Julies Riese 1943’te Auschwitz’de öldürüldü.
“Artık hiç çocuk yok! 55 yaşından yaşlı hiçbir adam ve 45 yaşından yaşlı hiçbir kadın yok. Bu halde yaşamanın nasıl bir şey olduğunu hayal edebiliyor musun, her gün cezalandırılmak, her saat… Sıranın ne zaman sana geleceğini düşünmek… Hala Almanya, Hollanda, Fransa, Norveç, Danimarka, Belçika ve Yugoslavya’dan Yahudiler gelmeye devam ediyor. Hepsi sistematik olarak imha ediliyorlar ve kimse yardım edemiyor.”
Norbert Bernheim ve ailesi 1943’te Auscwitz’de öldürüldü. Bernheim’in 18 temmuz 1943’te onları Auschwitz’e götüren trende yazdığı mektup şöyle:
“Bu sıcaklık, bu koku, kadınların, erkeklerin ve çocukların ağlayışları… Trendeki durum tarif edilemez. Hiç kimse nereye, neye gittiğimizi bilmiyor. Kaçmak imkansız.”
Müzenin en yaratıcı kısmı ve beni en çok etkileyen kısmı demirden yapılmış acı çeken yüzlerle dolu olan havuz… Yerdeki yüzlerin üzerinde yürümeniz isteniyor. Siz yürürken demirler birbiri üzerinde kayıyor, sürtünüyor ve her harekette tüylerinizi diken diken eden sesler çıkıyor. Ayağınızın altında ağlayan insan yüzleri var ve siz üzerlerinde yürüdükçe çığlıklarını duyuyorsunuz. Etkileyici bir diğer bölüm ise bir kapının arkasında sizi bekliyor;“Holokost Kulesi”. Kapıyı açıyorsunuz, içeri giriyorsunuz, zifiri karanlık. Sadece çok yüksekten ufacık bir ışık süzmesi geliyor. Bu odadayken, yüzlerce Yahudi’nin doldurulup öldürüldüğü gaz odasındasınız. Bu ve bunlar gibi her şey çok ince tasarlanmış ve tamamen insana dönük bir müze yapılmış. Onların neler yaşadıklarını anlamanın hiçbir yolu yok; ama sizi anlamaya bu kadar yaklaştırabilen bir müze saygıyı hak ediyor. Almanlar soykırımı kabullenip, kötü günlerin üzerine bir sünger çekme niyetinde değiller. Üzgünler ve bunu herkesin bilmesini istiyorlar. En önemlisi de bu onların tarihi, karanlık zamanları belki ama onlar bunu sonuna kadar benimsemişler.