Her eserde anlatılanın altında gizli bir konu işlenir. Bazılarında bu o kadar da gizli sayılmaz. Hawthorne’un Rappaccini’nin Kızı hikâyesinde olduğu gibi… İçinde bir sürü mesaj taşıyan bu öykü aynı zamanda İncil’den çok bariz ögelerde içererek insanı, onun doğayla ilişkisini ve sevgiyi işliyor. Bir babanın kızını zehirle büyüterek onu dokunulmaz yapmasını, bir doktorun bilim uğruna insan üstünde deney yapmasını, bir adamın doğanın güzelliklerini anımsatan bir kadına âşık olmasını, bu güzelliğin zehirden yaratılmış olmasını, bir kadının hayatında en çok değer verdiği iki adam tarafından hayal kırıklığına uğratılmasını ve bu kadının her ne kadar kendisine güç verse de dünyadaki kötülükleri reddedip kendi canını almasını anlatıyor kitap. Kırk sayfalık öykü bunca konuyu içinde ancak sembolizmle barındırabilir zaten. Hawthorne da tam olarak bunu yapmış.
Öykünün tümünün detayına girmek istemiyorum fakat özellikle değinmek istediğim bir konusu var. Hepimiz güzel bir şey görünce etkileniriz değil mi? Güzelliğin sübjektif bir tanımı olsa da herkesin bir güzellik algısına sahip olduğunu söyleyebiliriz. Öykünün esas karakterlerinden Giovanni’nin de kendine göre bir güzellik tanımı olsa gerek ki Rappaccini’nin kızı Beatrice’i ve onların birbirinden göz alıcı çiçeklerle donatılmış bahçesini görünce aşık oluveriyor. Beatrice’inki öyle bir güzellik ki Giovanni onun bahçesindeki çiçeklerin kardeşi olduğunu düşünüyor ki bu gerçekten çok uzak bir düşünce sayılmaz.
Her gülün bir dikeni olması gibi her güzelliğin de bir kötülüğü oluyor maalesef. Gerçek hayatta da çokça karşılaştığımız bir durum bu. Çoğumuz mükemmeli istediğimizden ötürü karşımızdakinin bir hatasını gördüğümüzde yıkılıyoruz. Bazılarımız gözümüzün güzel gördüğünü tanımadan hayalinde yaşıyor ve kendisine kusursuz insanı yaratıyor. Gerçeği fark ettiğimizdeyse bunun için çok geç oluyor ve alışamıyoruz. Nihayetinde kusurun ve hatanın da sübjektif olduğunu ve kendi kafamızda yarattığımız bir algıdan farksız olduğunu göremeyip hayal kırıklığına uğruyoruz.
Giovanni, Beatrice’in içindeki zehri fark ettiğinde de onun için çok geç oluyor. Ağza alınmayacak düşüncelerini Beatrice’e bağırıp onu kırarken; zehirli, dokunulmaz Beatrice’in aslında o kadar da dokunulmaz olmadığını görüyoruz. Hâlbuki Beatrice’in içindeki zehir Giovanni’nin o çok beğendiği bahçedeki çiçeklerden geliyor. Demek istediğim, bu zehir de onun kafasında yarattığı kusurdan başka bir şey değil. Beatrice’in –kadına daha önce hiç zarar vermemiş- zehrine küfrederken onu zehirliyor. Maalesef Beatrice bu zehirden sağ çıkamıyor.
Güzellik –iyilik-, zehir -kötülük- gibi kavramların tanımının sadece kendimize hitap ettiğini anlayabildiğimiz gün bu kavramları serbest bırakabildiğimiz gün olacak.
Bu konuyla ilgili Postmodern felsefe alanında çok değerli çalışmalar çıkıyor aslında ve kavramların tanımlarını serbest bıraktığımızda erişilen özgürlüğün yanında anarşist bir yaklaşım öne çıkıyor. Postmodernizmdeki problem olarak bilinen bu durum aslında kötülük kavramına bir değer biçilemediğinden dolayı ortaya çıkıyor ve böylece cezalar, yasalar ortadan kalkıyor. Fakat bu problemi bir kenara bırakıp kişisel düzeyde kendi algımızın farkına vardığımızda dediğim gibi hem o kavramları hem de kendimizi serbest bırakabiliyoruz. Hayat sadece kendi kafamızda oluşturduğumuz sınırlardan ibaret değil.
Rappaccini’nin Kızı’na dönersek, bu öyküyü romantik ilişkiler bakımından incelediğimde böyle bir analiz yapıyor olsam da dediğim gibi bir de baba ve kız ilişkisi açısından incelendiğinde oldukça farklı bir sonuca varılıyor, hele doktor ve deney, insan ve doğa kavramları açısından incelenirse zehre bambaşka değerler biçilebiliyor. Her okunduğunda başka bir tat alınan öykülerden. Sadece bir kere değil birçok kez okunmasını öneririm.
Görsel Kaynaklar
http://bartleby2009.blogspot.com/2009/11/rappaccinis-daughter-original-femme.html