İnsanlar, tecrübe ettikleri ürünleri ilkin anlamak ister. Güzel bir el yazısı ile karşılaşıldığında, inci gibi güzel yazılmış dahi olsa asıl problem, bu yazı ile oraya ne yazılmış olduğu olacaktır. Bir sanat eseri deneyimlenirken, sorulacak ilk veya belki de tek soru, ne anlam ifade ettiğine yöneliktir. Her ne kadar güzel sanatlarda estetiğe, anlam karşısında biraz daha açık kapı bırakılıyor olsa da, edebiyatta bu mesele çok daha sınırlı bir yer buluyor kendine. Bunun sebebi bence açık: Müzik, resim, heykel, dans bütün bu sanat branşlarının bir ön-bilgi, bir yetenek, bir enstrüman gerektiriyor olmasına karşın edebiyatın enstrümanı dil ve bu doğası gereği tüm insanlarda var. Eline fırça almamış bir insan da dil ile iç içedir, hayatında hiçbir müzik enstrümanına dokunmamış bir insan da. Buradan, erişebilir olmanın tat almaya ciddi bir ket vurduğunu ve “O yapıyorsa ben niye yapamıyorum” algısından hareketle edebiyatın sanatsallığının bu saydığım diğer branşlara nazaran biraz geri plana atıldığına varıyoruz.
Tüm bunlardan hareketle, sanat tüketimi esnasında bir anlama sevdası alıp başını gidiyor. Bu yazımda, Osmanlı şiiri ve Türk şiirinden örneklerden hareket ederek neden anlama pratiğinin edebiyat tecrübe edilirken birkaç adım geriye atılması gerektiğini açıklamaya çalışacağım.
Aslında hiçbir sanat dalında anlam kaygısı konsept olarak kolay kolay dışlanmaz. Anlam ve estetik, sanatçılar nezdinde bir savaşım içerisindedir çoğu zaman. Edebiyat ve sanat tarihine baktığımız zaman, toplumsal cereyanların da etkisiyle kimi zaman anlam kaygısının, kimi zamansa estetik kaygının ön plana çıktığını görmekteyiz[1]. Peki anlam ve estetik bir diyalektik barındırıyorsa kendi içinde, neden şart olarak anlam aramalıyız sanat ürünlerinin içerisinde?
Osmanlı döneminde ağır, “salon edebiyatı” şeklinde tabir edilen Divan şiiri örneklerini ele alalım. Günümüz bakış açısıyla bu şiirlerin geneline gelecek en yoğun eleştiri, kullanılan ağır dil ve anlam kalıpları dolayısıyla herkesin anlamasına kapalı, bu nedenle elitist bir sanat olduğudur. Bu bakış açısı kısmen doğrudur da. Gelgelim Osmanlı şiirini her zaman anlaşılmaktan uzak yapan nokta, kelime tercihlerinin alışılmışın dışında olmasıyla sınırlı değildir. Osmanlı şiiri, yukarıda bahsettiğim üzere anlam kalıpları üzerine inşa edilmiş, bu anlam kalıplarının olmazsa olmaz haline geldiği bir şiir geleneğidir. Mehmet Kalpaklı Hoca’nın makalesinde üzerine durduğu üzere, yaratıcı benzetmelerle kurulur[2]. Tüm bunlardan hareketle varacağımız nokta aslında şu: Osmanlı şiirinin anlaşılması güç bir gelenek oluşturmasının sebebi salt kullandığı dil ve ifadeler ile sınırlı değil. Aslında Osmanlı şiirinin neden anlaşılmıyor olduğunu daha iyi anlayabilmek için halihazırda dil ve anlam olmak üzere iki bilinmeyenli olan durumu sadece anlamdan ileri gelmek suretiyle tek bilinmeyenli bir hale getirmek yararlı olacaktır.
Modern Türkçe ile yazılmış ve üzerinden 30-40 sene geçmiş olmasına karşın kullanılan dil açısından ciddi bir değişimin söz konusu olmadığı eserleri ele alalım. Turgut Uyar’ın Geyikli Gece’si veya Ece Ayhan’ın Yort Savul’u buna güzel örnek oluşturacaktır. Bu iki şiiri ve bunlarla benzer gelenekten (örnekte İkinci Yeni) ilerleyen şiirleri incelediğimiz zaman, anlaşılabilir bir Türkçe ile yazılmış olmasına karşın hayli güç bir anlamsallığa sahip olduğuna, hatta birkaç dizesi dışında şiirinin genelini anlamakta güçlük çektiğimizi fark ederiz. Böylelikle, anlamsallığın kullanılan dil ile direkt bağlantılı olmadığını ispatlamış olduk. Tüm bunlar neye işaret ediyor?
Lâmiî’nin Divan’ının önsözünde İmam Cafer‘den yaptığı alıntıya göre, Kur’an-ı Kerim’in dört ifade özelliği vardır[3]. Daha doğru bir ifade ile, Kur’an, anlam açısından dört farklı okuyucu katmanı ile alımlanır. Her bir katman, anlama açısından bir alttakine göre daha geniş bir alanı kapsar. Bu dört katman ibare, işaret, letayif ve hakayık’tır. İbare halkı, işaret aydınları, letayif evliyayı ve hakayık peygamberleri kapsar.
Bu anektodun önemi şu, tıpkı Lâmiî’nin Kur’an için ileri sürdüğü gibi edebi metinlerin de farklı anlam katmanları vardır. Her metin, tüm okurlar tarafından aynı şekilde anlanmaz, tecrübe edilmez. Lâmiî’nin öne sürdüğü düşünce, kıyasen edebi metinlere uygulandığında, sıradan bir edebi metinde anlam katmanlaşması için aslında aşağı yukarı benzer parametrelerin söz konusu olduğunu söylemek mümkün olur.
Kısaca, sanatta anlam arayışını bir yöntem olarak ilk noktaya koyarsa, bir yanılgıya düşmüş oluruz. Sanat eserlerini alımlarken onların farklı alıcı katmanlarına hitap ettiğini ve anlamın belli bir algı seviyesi ile sınırlı olduğunu önceden kabullenmek, eserden alınan keyfi arttıracaktır.
Notlar
[1]: Türk edebiyat tarihinden örnek verecek olursak, “’40 Dönemi” şeklinde tabir ettiğimiz toplumcu-gerçekçi şairleri ve “’50 Kuşağı” öykücüleri anlam kaygısını ön plana çıkartan sanatçılara örnek olarak gösterebiliriz. Anlam kaygısını geri plana alan sanatçılara yazının genelinde değineceğimden burada ayrıca bahsetmek gereği duymuyorum. Yine de bu ayırımın siyah-beyaz olmadığını tekrar belirtmek gerekir.
[2]: Mehmet Kalpaklı, “Osmanlı Şiir Akademisi: Nazire”.
[3]: Harun Tolasa, “Klasik Edebiyatımızda Divan Önsöz (Dibace)leri, Lamii Divanı Önsözü ve (buna göre) Divan Şiiri Sanat Görüşü” içinde: içinde: Mehmet Kalpaklı (haz.), Osmanlı Divan Şiiri Üzerine Metinler, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1999, 238.