“Çocukken ne mutluyuzdur. Işık, mantığın sesiyle nasıl da körelir. Bu hayatta taşı düşmüş yüzükler gibi dolanıyoruz.” diyerek anlatır Patti Smith çocukluğu. Bilyelerine bakarak hayallere dalan garip bir çocukken yaşadıklarından yola çıkar bunu söylerken. Woolgathering kitabında bahseder bu zamanlarından. Woolgatherers, çayırlarda otlayan koyunların çalılara takılan yünlerini toplayanlar için kullanılan bir kelimedir. Patti, bu kelimeyi “hayalperestler” anlamında kullanır. Onun hayalperestliği, yün gibi uçuşan düşünceleri rüzgarın paçasından kurtarmaya yarar, aynı woolgatherers’ın yünlere yaptığı gibi.

      Patti 17 yaşındayken Rimbaud’yla tanıştı. Bu onun için bir dönüm noktasıydı. Rimbaud, özgürlüğüne ve asiliğine bir yoldaş olmuştu. Öyle ki sanatının peşinden gitmek için yeni doğmuş bebeğini bırakıp New York’a gittiğinde bavulunda Rimbaud’nun Illuminations’ı vardı. Bu arkadaşlık hayatının ileriki dönemlerinde de onu terk etmeyecek, hatta Rimbaud’nun mezarını görmek için onu Charleville’e kadar götürecekti.

     New York’a vardığında ne yapacağı hakkında hiçbir fikri yoktu. Sokaklarda evsiz ve aç bir şekilde dolaşırken aynı kendisi gibi insanlarla karşılaşıyordu. Hiç tanımadığı bir adamla bir kaç gününü geçirmişti. Nerede kaldığını bilmiyordu, ne yaptığını ya da hayat hikayesini de. Onlar yalnızca hayatta kalmaya çalışan savaşçılardı. İkisi beraber çürümeye başlamış bir marulun en taze yapraklarını seçip ekmekle birlikte yiyorlardı. “Tam bir hapishane kahvaltısı.” demişti Patti. Yol arkadaşı cevapladı: “Evet, ama biz özgürüz.” ve bilmeleri gereken tek şey buydu.

Birkaç gün sonra arkadaşıyla yolları ayrıldığında Patti bu koca kentte kendini yeniden yapayalnız hissetti. Ancak bu çok uzun sürmeyecekti. Robert Mapplethorpe’la tanıştı. İlk aşkıyla. Daha sonraları onun için “Çoluk Çocuk” kitabını yazacaktı. Yolunu bulmaya çalışırken yanında o vardı. Resimlerini onunla yapacak, şiirlerini ve sonraları ilk şarkısını onunlayken yazacaktı. Fred Smith’le evlenip çocuğu olduktan sonra bile Patti, Robert’la görüşmeye devam edecekti ve Robert ölüm döşeğindeyken de yanında o olacaktı.

Robert’la yaşadığı dönemde bir süre beraber Chelsea Oteli’nde kaldılar, New York’un sanatçılarının gittiği El Quijote’ta vakit geçirdiler. Janis Joplin, Brian Jones, Jimi Hendrix gibi insanlarla tanıştılar. Patti hepsinin dünyadan gelip geçtiğini gördü. Generation Club’ın merdivenlerinde otururken Jimi’nin kendinden insanları ortak bir paydada birleştirmek için müziği kullanma hayallerini dinledi. Jimi öldükten sonra bu stüdyoda ilk şarkısını kaydetmeden önce de mikrofona “Selam Jimi” diye fısıldayacaktı ve beraber ünlü olma hayalleri kurduğu sevgilisi Robert, ondan önce ünlü olduğu için ona sitem edecekti.

      Chelsea’nin koridorlarından yüzlerce sanatçı geçmişti. Hepsi New York sokaklarında sanatlarının peşinden koşmuştu, çoğu hayal ettikleri şeyleri başaramadı. Şehir onları yendi ve Chelsea’nin koridorlarında ayak izleri olan yüzlerce hayaletin arasına karıştılar. Patti’nin Çoluk Çocuk kitabında dediği gibi, “Yenilmişlerdi. Ulaşmayı arzuladıkları şöhret onlardan uzaklaşmıştı.” Ancak Robert ve Patti şanslıydı. Hayatta kalan bir avuç insandan ikisi olarak tarihe adlarını yazdırmışlardı. Hayallerinin peşinden gitmişlerdi ve sanatlarıyla yaşamaya devam edeceklerdi.

Çoluk Çocuk’u üç sene önce okumuştum. Etkisinden çok uzun bir süre çıkamamıştım. Çoluk Çocuk’tan iki buçuk sene sonra M Treni’ni okuduğumda, uzun bir yolculuktan sonra sonunda evime gelip kendimi yatağıma atmış gibi hissetmiştim. Patti, M Treni’nde şöyle der: “Bütün yazarlar birer serseridir, umarım ben de günün birinde sizin aranızda yer alırım.” Yerinin hazır olduğundan emin olabilirsin Patti. O hayalperestlerin arasına katıl, ve benim de yanınıza gelmemi bekle.

 

 

Leave a Reply