19 Ekim 2011 Çarşamba sabahında Türkiye güne “yine” üzücü haberlerle başladı, Hakkari ve Çukurca bölgesinde 24 askerimizin şehit olduğu haberi gündeme bomba gibi düşmüştü. Birçoklarımız bu haber karşısında, adeta kronik bir hastalık gibi benzeri tepkileri verdik ve benzer duygular hissettik: Rahatsızlık, tiksinti ve öfke. Sosyal medyada birçok gelişmiş ülke vatandaşından bile daha etkin olan halkımız kısa sürede tepkisini gösterdi: Twitter ve Facebook başsağlığı dileyen iletilerle doldu, profil fotoları değiştirilip simsiyah yapıldı, şiirler paylaşıldı; teröristlere küfredenler,lanet okuyanlar, hükûmete kızanlar, küfredip kızanlara kızanlar, birbirlerini klavye milliyetçiliğiyle suçlayanlar, kısacası herkes bu olay hakkında iyi kötü bir yorum yaptı. Kamuoyunun ülkeyi ilgilendiren ciddi meseleler konusunda hassasiyetini göstermesi açısından olumlu, fakat ortaya çıkan bilgi kirliliği açısından olumsuz bir durumdu. Çoğu kendi yaşıtları olan şehitler hakkında üzülmek, hatta telefonda sesimiz kötü geldiği zaman telaşlanan annelerimizi bir şehit annesinin yerine koyup yüreğimizin cız ettiğini hissetmek elbette asil ve yüce ruhun göstergesi, ama artık varlığını kimsenin inkar etmediği bu “sorun” hakkında kulaktan dolma lakırdılar dışında ne biliyoruz?
Ülkemiz sanıldığının aksine, yalnızca Osmanlı’nın “hasta adam” döneminden beri üzerine planlar kurulup çıkar hesabı yapılan bir yer değil.Üzerinde yaşadığımız topraklar binlerce yıldır medeniyetlerin kesişim noktasında bulunan bir cazibe merkezi. Bu durum doğal olarak karmaşa ve kaosu da beraberinde getiriyor; zira biz ne sarp dağların arasındaki sakin ve güvenli ülke İsviçre olabiliriz, ne de iki okyanusun arasındaki ABD, ne de ada devleti İngiltere. Politik durumumuz da “Avrupa’nın şımarık çocuğu” Yunanistan’a, petrol zengini Arap ülkelerine ya da doğalgaz zengini İran ve Rusya’ya benzeyemez. Türkiye, Nuri Bilge Ceylan’ın çok zarif tabiriyle “yalnız ve güzel ülke”, imparatorluğun son yıllarından beri Balkan Savaşları ve I.Dünya Savaşı, Kurtuluş mücadelesi, ekonomik ve sosyal reformlar dönemi, sağ-sol çatışmaları,darbeler, Soğuk Savaş sonrası yeni dünya düzenine ayak uydurmaya çalışmak derken; ekonomik ve demokratik manada belini iyi-kötü milenyum sonrasında doğrultmaya başladı. Ancak lise Milli Güvenlik derslerinde öğretilen “İç ve Dış Tehditler” algısı hala sürüyor ve ne yazık ki, yaşanan olaylar bu algının hiç de “sanal” olmadığını bize göstermekte. Elbette 80 milyonluk bir ülkeye karşı gerilla savaşını sürdürmek için gerekli para ve organizasyon desteğinin gökten zembille inmediği aşikar, ancak önemli olan komplo teorileri üzerine kafa yormaktan ziyade şu sorulara cevap aramak: Bu ülkede ne zaman, Edirne’sinden Hakkari’sine bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün koyduğu “muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkma” hedefini gerçekleştirmek doğrultusunda kendinde az ya da çok sorumluluk hissedecek? “2 yıl önce tam da bugün açılım başlatmışlardı, gördük işte!” diyerek öfkesini ifade eden vatandaş ne zaman insanlara verilen hak ve özgürlükleri genişletmenin kötü bir şey olmadığını ve bu gibi “denk gelmelerin” tesadüf olmadığını kavrayıp sağduyusunu kaybetmemeyi başaracak? Ne zaman, yıllardır özellikle Nakşibendi tarikatının bel kemiğini oluşturup yoğun biçimde İslam’a hizmet eden, ve günümüzde de çoğunluğu muhafazakar olan Kürt vatandaşlarımız, Marksist-Leninist yapılanmaya sahip olan ve “Kürtlerin asıl dini Zerdüştlüktür” gibi söylemlerde bulunan bölücü terör örgütüyle gönül bağını sürdürmekten vazgeçecek? Cevap bekleyen, kiminin cevabı ise aslında fazlasıyla bariz olduğu halde bir aşama kaydedilemeyen bunlara benzer tonla soru daha var.
Evet, ne yazık ki kendi ülke sınırlarımız içinde gencecik insanlar öldürülüyor, tek farkı saplandığı ideoloji nedeniyle gözünün kararmış olması olan başka Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları tarafından, kalkan uçaklar kendi dağlarımızı bombalıyor. Hasan Cemal’in “Barışa Emanet Olun” adlı yeni çıkan kitabını görünce acı acı tebessüm ettim; sorun kitabın adı ya da içeriğiyle ilgili değildi, yalnızca aynı yazarın yaklaşık 20 yıl önce yazdığı ve yine aynı sorunu ele aldığı “Kürtler” adlı kitabı aklıma geldi. Bilkent Üniversitesi Kütüphanesi’nde küçük bir araştırma yapınca, yaklaşık kırk yıl önce yazılmış ve çözüm adına bugünküne benzer söylemlerde bulunan kitaplara rastlanabiliyor, kırk yıl, belki de babalarımızın okumayı yeni söktüğü dönemler. Çocuklarımızın ve torunlarımızın ilerde “Kürt sorunu” konulu kitaplar okumaması için en büyük görev, mesleğimiz ne olursa olsun aldığımız iyi eğitim ve altyapımız sayesinde ilerde ülke sorunlarıyla ilgili fikir üretecek olan bizlere düşüyor. Kendini “öteki” olarak tanımlayan, dışlandıklarını, ezildiklerini düşünen insanlar hakkında düşünmenin ve onları anlamaya çalışmanın zararlı olmadığını; farklılıkları kabullenmenin safça bir hoşgörü olmadığını, tam aksine bunların, ancak ataları bir “imparatorluk medeniyeti” kurmuş olan asil bir milletin evlatlarının sahip olabileceği bilgeliği gerektirdiğini çok iyi kavramamız gerekmektedir.Ülkesini seven insanlar olarak demokratik bir ülkede yaşamanın gereğini yerine getirip şiddet yanlısı olmayan tepkiler göstermemiz çok doğal, hatta gerekli; ancak sert ve öfkeli söylemlerden kaçınarak galeyana gelmemek de diğer önemli bir husus. Sağduyulu olmak asla taviz vermek ya da terör örgütünün başarıya ulaşması anlamına gelmez, şehit haberleriyle uyanmayacağımıza emin olduğumuz günlerin gelmesi için ihtiyacımız olan en önemli şey sağduyudur, Hasan Cemal’in yazı konusu bulmakta zorlanacağı günler. Şuna inanıyorum ki Moğol istilasından, Haçlı Seferleri’nden, Bizans oyunlarından sapasağlam çıkan; Rus çizmelerinin, Yunan süngülerinin, İngiliz gemilerinin “geldikleri gibi gittiği” bu toprakların üzerinde yaşayan insanlar olarak, bu sorunu da üzerinde konuşulmaya değmeyecek bir konuma getirmeyi başaracak ve benliğini bulup ülkelerini yıllardır özlemi çekilen seviyelere getireceğiz.