6/7 Eylül Olayları, bize Türk halkının milli kimliğinin oluşma sancılarını göstermiştir. İslam’ın kabulüyle köklü bir değişim geçirmiş, Osmanlı Devlet’inin Yükselme Devri’ne girmesiyle oluşan kozmopolit yapı içerisinde bütünlüğünü koruyamamış Türk halkının milli kimliği bir yok oluşla yüz yüze gelmiştir. Türk halkının milli bilinci Osmanlı Devleti tarafından koruma altına alınmayınca küçük çaplı, yarı göçebe topluluklar içerisinde kendi iç dinamiğini korumaya çalışmıştır. Aslında Türk milliyetçiliği diye bahsedilen kavram, Fransız İhtilali’nin etkilediği bütün ulusların milliyetçiliğinden ayrı bir yol izlemiştir. Milli kimliği zedelenmiş olan Türk halkı bir millet olmanın değil, belirli görevler üstlenmiş grupların taraftarı olmanın mücadelesini vermiştir ve bu “millet” tanımının yarattığı kargaşa hâlâ devam etmektedir.
Milliyetçilik kavramının ne olduğuna dair cevapların çeşitli aydınlar ve iktidar sahipleri tarafından verilmeye çalışıldığı uzun bir milli kimlik bunalımının sonucu olan 6/7 Eylül Olayları’nın baş aktörleri arasında dönemin cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes, İç İşleri Bakanı Namık Gedik, Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti ve bazı öğrenci dernekleri ile kışkırtıcı rol üstlenen İngiltere yer almaktaydı. Olaylar bir süredir politik ilişkilerini istikrarlı ve barışçıl bir şekilde sürdüren Türkiye ile Yunanistan’ın İngiltere tarafından kendi hükümetinin Akdeniz’deki devamlılığı için tehdit görmesiyle başlamıştı. Eğer bu iki NATO ülkesi çok iyi anlaşırlarsa Kıbrıs’ın herhangi bir devletin garantörlüğüne gerek kalmayacaktı. Bu durum üzerine İngiltere Kıbrıs politikasını yavaş yavaş Rumlar lehine kışkırtıcı bir hale getirmeye başladı. Gerginlik müziğinin duyulmaya başladığı yıl, 1951’de Yunanistan İngiltere’ye ada halkının adanın geleceğine karar vermesini talep etti. Taleplerinin karşılanmaması üzerine Yunanistan, BM huzurunda diplomatik girişimlerde bulundu. 14 Aralık 1954’te Yunanistan’ın BM’ye sunduğu talepler hakkında Genel Kurul’a ret kararı çıkması Yunan halkını hırçınlaştırmış ve Atina’daki İngiltere, ABD ve Türk konsolosluklarına saldırılar düzenlenmesine yol açmıştı. Düzenlenen saldırı ve protestoların ardından İngiltere, 29 Ağustos’ta başlayacak olan Londra Konferansı’nı Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunları barışçıl şekilde çözmek için başlatmıştı. İngiltere bu tutumuyla aslında Kıbrıs Sorunu’nu sadece sadece Türkiye ile Yunanistan arasındaymış gibi gösterme çabasındaydı. Londra Konferansı’na temsilci olarak gönderilen Fatin Rüştü Zorlu, İngiltere’nin Kıbrıs üzerindeki madatörlüğünün sürmesi gerektiğini belirtirken Yunanlılar Kıbrıs’taki Rumların adanın geleceğini belirlemede etkin rol oynaması gerektiğini savunmuştu. İngiltere tarafından sunulan adaya kendi kontrolü altında özerklik verilmesi talebi iki taraf tarafından da reddedilmiş ve konferanstaki tartışmalar uzun bir süre, olayların yaşanacağı ana kadar sürmüştü.
Yunanlıların gösterdiği tepki Türk halkının gözlerini beraber yaşadıkları Rumlara çevirmesine neden oldu. Başlarda devletin yumuşak başlılığı ve orta yol bulma çabaları yerini halk içerisinde oluşan azınlık karşıtı öfke propagandalarını destekleyici tavırlara bıraktı. 2 Ekim 1954’te resmi olarak kurulan Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti, Milli Türk Talebe Birliği ve Türkiye Milli Talebe Federasyonu’nun teşvikiyle Kıbrıs’taki Türk azınlığı BM’nin ve diğer örgütlerin karşısında savunmak ve tüm ülkede protesto eylemleri düzenlemek amacıyla varlığını ilan etmiştir.[1] KTC, içerisinde iktidar partisinden birçok kişi barındırmış ve yargılanmasına kadar geçen süre boyunca DP’den yüksek miktarlarda finansal yardım almıştır. Hükümetin değişen azınlık politikasıyla birlikte azınlıklara dair basında yayınlana ağır ithamlar, derneklerin öfke dolu söylemleri ve Kıbrıs sorunu hakkında Türk propagandası yapan kitapların basılması 6 Eylül’e çıkan tehlikeli merdivenlerdi. Aynı zamanda Türkiye’de yaşayan Rumların Balkanlar’da yaşayan Türklere nazaran daha rahat hayat sürmeleri Türk halkının bir kısmının ve devletin gözünden kaçmıyordu. 5 Eylül 1955 günü Selanik’te Atatürk’ün evinin bombalanması Türk halkında giderek yükselen öfkenin taşmasına neden olan son damlaydı. Durumdan ötürü dernekler ve bazı politikacılar tarafından bir süre Rumlar suçlansa da olayın yetkililerce araştırılması sonucunda bir grubun organize şekilde yürüttüğü bir iş olduğu sonucu ortaya çıkarıldı. Oktay Engin, bu saldırının faili olarak Yunan mahkemelerinde yargılansa da dokuz ay sonra serbest bırakıldı ve üç ay sonra da Türkiye’ye kaçtı. Yunanistan hükümeti Oktay Engin’i istemesine rağmen Türkiye vermekten kaçınmıştı. Prof. Dr. Ayhan Aktar’ın belirttiğine göre olaylardan beş yıl sonra Yassıada Mahkemeleri sırasında Engin’in Türk istihbaratı adına çalıştığı öne sürüldü.
Atatürk’ün evinin bombalanmasını çok yüksek tirajlarla basan Ekspres gazetesinin dağıtımından önce Anadolu’nun çeşitli semtlerinden İstanbul’a gelecekler kamyonlara doldurulmuştu. Kendi aralarında kışkırtıcılar, önderler, tahripçiler olarak ayrılan 20-30 kişilik organize gruplar kamyonlar aracılığıyla başta İstanbul olmak üzere Ankara ve İzmir’e gidiyorlardı. Ellerindeki silahların birbirinin aynısı olması ve gittiklerinde hiç şaşırmadan belli ev ve iş yerlerine zara vermeleri bu grupların önceden oluşturulmuş örgütler olduğunu gösteriyordu. Kimi evler ve iş yerleri saldırganlara yol göstermek amacıyla işaretlenmiş ya da bu yerlerin listeleri grup elebaşlarının ellerine tutuşturulmuştu. İşin ilgi çekici tarafı, 6/7 Eylül Olayları’ndan Rumlar dışında Türkler, Yahudiler ve Ermeniler de zarar görmüştür. Hatta durum öyle bir safhaya varmıştır ki artık saldırganlar adında yabancı isme rastladıkları her yeri yağmalamaya başlamıştır.
Olaylar önce planlanmış bir “maddiyata zarar verme hareketi” olarak başlatılmışsa da örgütlere sonradan katılan birtakım insanlardan dolayı durum bir yağmalama olayına dönüştü. Yağmalamalar sonucu bir anda zenginleşen insanlar ortaya çıktı. Bu kişiler “6/7 Eylül zenginleri” olarak anıldı.
Saldırı olayları sırasında birçok polis, bekçi, zabıta ve jandarma harekete geçmemiş hatta ortalık sakinleşinceye kadar kendilerini karakollara kapatmışlardır. Bu ilginç tepkinin bürokrasinin üst mekanizmaları tarafından emredildiği bazı sanıkların cümlelerinde ortaya çıkmıştır. Ayrıca tepki verilmemesi dışında polislerin birçoğu saldırılar sırasında örgütlerle beraber kendileri de olaylara iştirak etmişlerdir. Bekçiler de benzer şekilde olayların öncesinde saldırganlara yol göstermeleri konusunda bilgilendirilmişlerdir. Saldırılar esnasında çıkan yangınların söndürülmesi için çağrılan itfaiye ekipleri ise gelmekte belirgin bir gecikme göstermiştir. Yangınları söndürmeye çalışan itfaiye birliklerinin çoğu da saldırganların şiddetli tepkileri sonucu işlerini gerçekleştirememişlerdir.
Başvekaletçe İzmir ve İstanbul’da ilan edilen örfi idare 6 Eylül günü saat 24.00’da radyo ve hoparlörlerden duyuldu.[2] İktidar olayların elebaşlarıyla ilgili ilk tespitini “komünistler”den yana yaptı. 7 Eylül 1955’te Emniyet amirliklerince komünist olarak bilinen 48 kişi tahrik ve tahrip suçlamasıyla tutuklanıp harbiyeye getirildi. Tutuklananların arasında Asım Bezirci, İlhan Berktay, Aziz Nesin, Kemal Tahir, İzzetin Dinamo gibi aydınlar a yer almaktaydı. Oysa Türkiye’e bulunan komünist gruplar diğer politik kesimlerin yanında azınlıkta kalıyordu ve özellikle DP’nin iktidarlığı boyunca gizli polisler tarafından devamlı surette izlenmiştir. Komünistlerin ve diğer sol grupların mahkemelerde olayların failleri ya da kışkırtıcıları olmadıkları anlaşılınca devlet bakışlarını KTC ve bazı öğrenci dernekleri gibi milliyetçi cemiyetlere çevirdi. Bu cemiyetlerin kurucuları birkaç ay hapis yattıktan sonra beraat edildiler.
Hükümet bir yandan olayların faillerini bulmak için uçuk sayılarda insanı tutukluyor bir yandan da muhalefetin yükselen sesini bastırmaya çalışıyordu. Muhalefetin lideri İsmet İnönü, olaylar sırasında iktidarın tedbirsiz davranışlarından ve birçok masum insanın aylarca cezaevlerinde kaldığından söz ediyor ve bu durumda olaylardan aslında başlıca sorumlu tutulması gerekenlerin Adnan Menderes ve Celal Bayar olduğunu belirten demeçler veriyordu. Muhalefetin ağır hitamlarına karşılık vermeye çalışırken çelişkilere düşen Adnan Menderes kendi partisinin üyelerinin de sorgulayıcı bakışlarını üzerine çekmişti.
6/7 Eylül Olayları’nın hemen ardından hükümet hasarları karşılamaya ve zarar gören iş yerleri ve evler için tazminat ödemeye başlamıştı. Fakat bu tazminatlar genellikle dış ülkeler tarafından idare edilen önemli iş yerleri için öeniyor, diğer vatandaşlardan ise genellikle komisyonlar, verilecek tazminatın yarısını geri istiyordu.[3] Olaylardan zarar görmüş azınlıkların çoğu, devletin finansal yatırımları sadece dış politikadaki hasarı onarmak için yaptığı görüşündeydi.
1960 İhtilali’nden sonra 6/7 Eylül Olayları hakkında gerçekleşen Yassıada Duruşmalarında Başsavcı Altay Ömer Egesel tarafından mahkemeye sunulan, iktidar partisine karşı yapılan suçlamalar arasında Menderes ile Bayar’ın olayların başlamasıyla birlikte İstanbul’dan ayrılmaları ve Menderes’in 12 Eylül 1955’te grupta olay hakkında konuşmak istememesini ve daha sonra muhalefetin 26 Aralık 1955’te şahsı hakkında tahkikat açılması talebini siyasi nüfuzunu kullanarak engellemesi yer almaktaydı.[4] Duruşmalardan önce gazetelere en çarpıcı açıklamalardan birini yapan Köprülü, 6/7 Eylül Olayları’nın Menderes ve arkadaşları tarafından tertiplendiğini itiraf etti. İtirafın ardından DP yöneticileri Yassıada Mahkemelerinde yargılandı. Dava sonrası Adnan Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu Türk vatandaşlarının Rumların mallarını tahrip için gösteri tertip ve harekete geçirdikleri suçlamalarından ötürü 6 yıl hapse, İzmir Valisi Kemal Hadımlı suça müsamaha eylemekten 4 buçuk ay hapis cezasına çarptırıldı. Duruşmalar sırasında olayın faillerini yeterince açık eden başka bir itiraf Yassıada duruşmalarının tanıklarından İbrahim Alper’den duyuluyor: “Saat 23.00 veya 22.30 sıralarıydı. Yemek bitmiş kahveleri veriyordum. Müdür olarak ayaktaydım. Yemekte sabık devlet başkanı Bayar, sabık sağlık bakanı Behçet Uz, devlet bakanı Osman Kapani ve İzmir Belediye ve Parti Başkanı Enver Dündar Başev vardı. Dündar Başev, ‘Kıbrıs hadiseleri dolayısıyla Rumlar çok ileri gidiyor. Devlet, sabık devlet başkanı heyetimiz Londra’dadır. Şayet tezimiz muvaffak olmazsa ve ben, Rum Türk dostluğuna çok ehemmiyet verdim. Bunu anlamadılar Rumlar. Selanik’te bir bomba patlarsa İzmir’de Rum, İzmir ve İstanbul’daki Rumların halini siz o zaman görün. Devlet ve hükümet kararlıdır. Merak etmeyin. Biz her türlü tedbiri alacağız.’ dedi.”[5]
6/7 Eylül Olayları Osmanlı’nın yıkılış safhasında ve Kurtuluş Savaşı’nda “Anadolulu” vatandaşları ayırmaya çalışan azınlık sorunlarını bir daha gündeme taşıdı ve bu kez uzun soluklu bir dizi şeklinde izleyeceğimiz olaylar art arda meydana gelecekti. Tarih her ne kadar tekerrürden ibaret gibi gözükse de değişen ekonomik ve politik koşullar gündelik hayatımıza kullandığımız milliyetçilik gibi kavramları ve ona bağlı olarak yeni jenerasyonların bakış açılarını değiştiriyor. Değişen bakış açıları 6/7 Eylül olaylarından sonra gelişecek hadiseleri aynı kılamazdı kılmadı da. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı Anadolu halkı için.
[1]Adnan Menderes ve 6/7 Eylül Olayları Şerif Demir
[2]https://www.indyturk.com.tr
[3]6/7 Eylül Olayları’nda Neler Yaşandı, Rıdvan Akar, 32. Gün Belgeselleri
[4]Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları Bağlamında 6/7 Eylül Olayları Dilek Güven
[5]6/7 Eylül Olayları’nda Neler Yaşandı, Rıdvan Akar, 32. Gün Belgeselleri