Yazının birinci kısmı için:
Yazımın birinci kısmında Oktay Mahmuti’yi kendi gözümden anlatmaya çalışmıştım. Efes Pilsen’in başında kısıtlı imkanlarla büyük işler yapan, 2004-2005 sezonunda Euroleague’de Panathinaikos’la oynanan play-off serisinde sorulan “Sayın Oktay Mahmuti, çok zor bir deplasmana gideceğiz, Yunan seyircisi, maçı bizim için oynanmaz hale getiriyor, neler yapacaksınız?” sorusuna “Biz ülkemiz ve onun başarısı için oynarız. Yedek kulübesine tükürseler de, molalarda kulağımızın dibinde sirenler çalsalar da, biz oraya galibiyet için, Türkiye’nin başarısı için gidiyoruz.” cevabını veren cesaret ve asalet timsali Oktay Mahmuti’yi.
2007 yılında Efes Pilsen’den ayrılan Oktay Mahmuti, Benetton Treviso ile anlaşıyor ve her zamanki başarılı çizgisine devam ediyordu. 2009 yılında takımına Eurocup’ta takımına çeyrek final oynatırken bu kupada yılın koçu seçilmiş ve bir sonraki sezon Türkiye’ye dönüş vakti gelmişti. Galatasaray’ın başına geçen Oktay Hoca; Tutku Açık, Ermal Kurtoğlu, Haluk Yıldırım gibi tecrübeli Türklerin yanına Shumpert ve Shipp gibi doğru yabancıları monte ettiği mütevazı kadrosuyla yine en iyisini yapmaya hazırdı. Kendisinden alışılageldiği üzere yine elindekiyle harikalar yaratmış ve Galatasaray’ı 21 yıl aradan sonra Türkiye Basketbol Ligi finaline taşımıştı (Ondan önce bunu başaran antrenörün Efes Pilsen’i şampiyon yapan ilk antrenör olan Faruk Akagün olması da kaderin cilvesi olsa gerek). Finalde Jasikevicius’lu Ömer Onan’lı, Preldzic’li (favori basketbolcum Mirsad Türkcan’ı buraya yazmak isterdim ama kendisi Euroleague Top 16’nın ikinci maçında sakatlanmış ve ilk 3 maçta 3 galibiyetle başlayan takım bu sebepten sonraki üç maçı kaybederek çeyrek finali kaçırmıştı) Fenerbahçe Ülker’le eşleşiyor ve kıran kırana geçen seriyi 4-2 kaybetse de Galatasaray basketbol takımını bir başka boyuta taşıyordu. Bu noktada serinin 6. maçının üniversite sınavımdan bir gün önce olması da aklımda ufak bir anı olarak kalmış. Bu yenilginin rövanşını bir sonraki sezonun başında Cumhurbaşkanlığı Kupası finalinde alan Oktay Mahmuti Euroleague elemelerini de geçiyor ve kulübü tarihinde ilk kez Avrupa’nın birinci kupasına taşıyordu. Bir önceki sezonun kadrosunu koruyan ve iki görev adamı Jamon Gordon ve Ender Arslan’ı transfer eden Galatasaray Cafe Crown normal sezonu 4. tamamlıyor ve Top 16’da CSKA Moskova, Olympiakos ve Anadolu Efes’le eşleşiyordu. 2. maçta o sezonu şampiyon tamamlayacak olan Olympiakos’u yenerken 4. maçta o ana kadar 13 maçta yenilgi yüzü görmemiş o sezonun diğer finalisti, kendisinden en az birkaç kat büyük bütçeli CSKA Moskova’yı İstanbul’da o ünlü savunmasıyla 68-64 mağlup ediyor (bunu da ancak Oktay Hoca başarabilirdi zaten) ve tarih yazmaya bir adım daha yaklaşıyordu. Ancak son maçta Olympiakos’a Yunanistan’da başa baş geçen bir maçı kaybediyor ve çeyrek finali son maçta kaçırırken elenmekten “Kill Bill“ Spanoulis’le kurtulan Olympiakos şampiyonluğa yürüyor, Oktay Mahmuti ise İstanbul’da kazanılan Oly maçından sonra taraftarlar için söylediği “Onlar bizlerden birisi, aileden birisine teşekkür etmezsiniz. Teşekkürü yabancı birisine edersiniz. Biz onlarla birlikte yürüyoruz, onlarla birlikte mücadele ediyoruz.” sözüyle herkesin gönlünde taht kuruyordu.
Haziran 2012’de Galatasaray ile yolları ayrılan Oktay Hoca için onun yokluğunda Euroleague’de 3 defa Top 16 sonuncusu, bir defa üçüncüsü olan, bir sezon Top 16’ya dahi kalamayan, hatta adı dahi değişen yuvası Efes Pilsen’e geri dönüş vakti gelmişti. Bu 5 sezonda ligde de yalnızca bir şampiyonluk kazanabilen takım harcanan yüksek paralar ve sonucundaki başarısızlıklardan sonra doğru yolu bulmuştu. Oktay Mahmuti ise Galatasaray’dan Jamon Gordon ve Joshua Shipp’i beraberinde getirmiş, Kerem Tunçeri ve pek de onun tarzı olmayan şekilde Jordan Farmar ve Sasha Vujacic gibi iki süper yıldızla oldukça kuvvetli bir kısa kadrosu oluşturmuştu. Buna karşın özellikle pivot pozisyonunda eksikleri olan takım normal sezonda inişli çıkışlı bir grafik çizip grup üçüncüsü olarak Top 16’ya kalmıştı. Top 16’da ise Mahmuti’nin Efes’ini izlemeye başlamıştık. Top 16’ya CSKA mağlubiyetiyle başlayan Anadolu Efes art arda galibiyetler alıyor ve İstanbul’da önce Real Madrid’i, ardından CSKA Moskova’yı kıran kırana mücadeleler sonunda yenerek birincilik için iddialı duruma geliyordu. Efes’in başında olduğu ilk dönemde Avrupa devlerine kafa tutmayı alışkanlık haline getiren Koç, takımına yaptırdığı savunmayla yine şampiyonluk adaylarına sahayı dar ediyordu. Top 16’nın ikinci yarısında biraz form düşüklüğüyle grubu üçüncü tamamlayan Anadolu Efes son şampiyon Olympiakos ile eşleşiyor ve Yunanistan’daki ilk 2 maçı kaybetmesine rağmen güçlü rakibini önce 3. maçta, ardından da son 1 dakikasında 7 sayı geriden geldiği 4. maçta Jamon Gordon’un son saniye basketiyle mağlup ediyor ve seriyi Atina’ya taşıyordu (Bu maçın son 2 dakikasını yola çıkacak olmam sebebiyle izleyememiş olmama halen üzülürüm. 2016’daki Fenerbahçe-CSKA Moskova finalini de aynı sebepten izlemeyecek olmamın mesajı olmalı). Atina’daki son maçta ise ilk yarıda 18 sayı öne geçtikten sonra Olympiakos’un aynı sezonun finalinde de gösterdiği inatçılığına ve geri dönüş alışkanlığına cevap veremeyip dramatik bir şekilde kaybeden Efes Oktay Mahmuti yönetiminde 5 sezon sonra kimliğini buluyor, Olympiakos ise Oktay Hoca’nın takımının elinden kıl payı kurtulduğu ikinci sezonda da şampiyon oluyordu. Spor biriminden çok sevdiğim yazar ve editör arkadaşım Can Tüysüz’ün dediği gibi, “Adam neredeyse Semih ve Barac’la Final Four oynuyordu”.
Her güzel şeyin bir sonu vardır derler ya, Oktay Hoca da bu başarıyı bir sonraki sezona taşıyamıyor ve Top 16 gruplarına grup dördüncüsü olarak kalınca Aralık ayında sözleşmesi feshediliyordu. Burada kendisine yapılan haksızlık ve vefasızlığın üzerini çizmek lazım, kendilerine daha yüksek imkanlar sağlanan birçok antrenörün daha fazla kredisi varken kulübün içinden yetişmiş ve kısıtlı imkanlarla yıllarca başarıdan başarıya koşmuş bir antrenörü en küçük başarısızlıkta göndermek Türkiye’de spordaki istikrarsızlığın da küçük bir açıklaması olabilir. Sonraki sezonun başında ise Darüşşafaka Doğuş’un başına geçiyor ve 2015-2016’da wild card ile yeniden Euroleague sahnesine çıkıyordu. Yine kendi basketbol anlayışına uygun, Ender Arslan, Semih Erden, Furkan Aldemir gibi tecrübeli Türk oyuncular ve Galatasaray’dan beri kendisiyle olan Jamon Gordon’lu kadrosuyla bu mütevazı takıma Top 16 oynatmayı başarıyordu (Şu an fark ettim ki Euroleague’de koçluk yaptığı hiçbir sezonda Top 16 dışında kalmamış, istikrar abidesi). Ancak sezon sonunda Darüşşafaka’dan ayrılıyor ve şu ana kadarki son koçluk deneyiminde Ocak 2018’de ikinci kez Galatasaray’ın başına geçiyordu. Buradaki ikinci macerası ne yazık ki iyi gitmiyor ve 6 ay sonra takımdan ayrılıyordu.
Oktay Mahmuti… Onunla 2014’te çektirdiğim fotoğrafın altına yazdığım gibi, Avrupa’nın en iyi koçlarından, her türlü koşulda büyük işler yapmanın ve sistem basketbolunun adı. Fenerbahçe veya milli takımdaki her koç boşluğunda karar vericilerin bir defa olsun doğru yönü bulmalarını ümit ettiğim, rakip takımda bile görecek olsam (hele de Anadolu Efes’te) 4 yıldır gözlerimin aradığı insan. Geri dön artık be hocam, çok özledik.