İngiltere Milli Takımı ezelden beri kupa kazanamamasıyla ve turnuvalara erken vedalarıyla eleştirilir. 1990, 1998 ve 2006 Dünya Kupalarında Batı Almanya, Arjantin ve Portekiz’e penaltılarda boyun eğen İngilizler; 1996, 2004 ve 2012 Avrupa Şampiyonalarında ise Almanya, Portekiz ve İtalya’ya karşı; yine 11 metre mesafeden 7,32 metrelik kaleyi bulamayarak ülkelerine dönmek zorunda kalan ekip oldular. Toplamda altı büyük turnuvaya bir üst tura bu kadar yakınken veda etmek bir futbol ülkesi için oldukça büyük bir travma olsa gerek. 1966’da kendi evlerinde düzenlenen Dünya Kupası’nı kazanmayı başaran İngilizler o yıldan beri milli takım düzeyinde başarıya aç bir şekilde futbolun doğduğu topraklara dönmesini bekliyor.
İngiltere Milli Takımı’nın özellikle 2002-2010 yılları arasındaki jenerasyonu “altın jenerasyon” olarak adlandırılıyordu ve süper yıldızlarla donatılmış bu takımın bir şeyler kazanacağına kesin gözüyle bakılıyordu. Ne var ki “Three Lions” bu süreçte bir kez olsun büyük bir turnuvada çeyrek finalden ötesini göremedi. 2002 Dünya Kupası’nda çeyrek finalde Brezilya’ya; 2004 Avrupa Şampiyonası’nda çeyrek finalde penaltılarla Portekiz’e; 2006 Dünya Kupası’nda yine çeyrek finalde, yine penaltılarla ve yine Portekiz’e; 2010 Dünya Kupası’nda ise son 16 turunda Almanya’ya elenen İngilizler 2008 Avrupa Şampiyonası’na katılma başarısı bile gösteremedi. Peki bunun sebepleri nelerdi? Gerrard, Lampard, Beckham, Cole, Ferdinand, Scholes, Owen, Rooney gibi yetenekli parçaların bir araya gelip rakiplerini alt edecek bir bütün oluşturamama sorunsalına yıllardır yapılan çeşitli açıklamalardan birincisi ve en sık duyduğumuz muhtemelen İngiliz halkının oyuncular üzerinde çok büyük bir baskı kurduğu. Kaliteli bir lige sahip olan ve kulüpleri Avrupa’da istikrarlı bir biçimde başarılar yakalayan İngiltere’nin, milli takım düzeyinde başarılı olmasını beklemek kulağa pek absürt gelmese de bu jenerasyonun futbolcuları sürekli aşırı baskıdan yakındılar ve aldıkları sonuçlar öyle gösteriyor ki kalitelerine karşın bu baskıyı kaldıramadılar. Gary Neville’e göre ise başarısızlığın sebebi bambaşkaydı. Ona göre bu jenerasyon abartıldığı kadar “altın” değildi. 2004 Avrupa Şampiyonası’nda Portekiz’e penaltılarla elenmenin şanssızlık olduğunu kabul eden Neville; Ronaldo ve Ronaldinho’lu 2002 Brezilya’nın, Cannavaro ve Buffon’lu 2006 İtalya’nın, Xavi ve Iniesta’lı 2010 İspanya’nın; İngiltere’den çok daha oturmuş, dengeli ve dolayısıyla daha güçlü kadrolara sahip olduğunu belirtiyor. Saha dışındaki baskının ve “altın jenerasyon”un niteliğinin dışında bir başka sorun da aynı mevkide oynayan yıldız oyuncuların fazlalığı ve bu fazlalığın yönetilememesi olarak gösterilebilir. Zira İngiltere kağıt üzerinde Scholes, Lampard, Gerrard, Beckham gibi dünya futbolunda büyük etki bırakmış ve kaliteleri sorgulanamayacak oyunculardan kurulu bir orta saha rotasyonuna sahipti. Ancak tahtaya bu isimleri yan yana yazmak ile bu futbolcuları aynı anda sahaya sürüp bir ahenk oluşturabilmek tahmin edersiniz ki aynı şey değil. Nitekim dönemin teknik direktörleri de bu ahengi oluşturmayı bir türlü başaramadılar. Lampard ve Gerrard çoğunlukla yan yana oynatıldı ve Scholes gibi bir yetenek önce mecburen orta sahanın soluna itilmek, daha sonra ise kendisinden vazgeçilmek zorunda kalındı. Ek olarak İspanya’nın Busquets’i, Fransa’nın Makelele’si, Almanya’nın Khedira’sı vardı. İngiltere’de ise bu futbolcuların bir karşılığı yoktu. Golleriyle, asistleriyle katkı sağlamaktan daha çok takımın pis işlerini yapacak, görünmeyen kahraman olacak bir isim eksikti. Bu açığı Carrick’le kapatmaya çalıştılar fakat o da İngiltere’yi büyük turnuvalarda ileriye taşımada yetersiz kaldı. Tüm bunların yanında çoğu kişinin üzerinde durmadığı bir sorunu daha vardı bu jenerasyonun. Rakip kulüp takımlarında oynayan futbolcular birbirlerinden pek hazzetmiyordu. Liverpool efsanesi Gerrard, 2017 yılında The Independent’e verdiği röportajında, “Ortada ciddi bir nefret vardı. Milli takımdayken onları seviyor gibi gözükmeye çalışıyorsunuz, ama…” diye bahsetmişti dönemin Manchester United’lı futbolcularından. Sonuç olarak İngiltere’nin “altın jenerasyon”u tüm kalitesine rağmen hiçbir şey kazanamadı ve bu başarısızlığa çeşitli futbol insanları tarafından çeşitli açıklamalar açıklamalar yapıldı, yapılıyor ve yapılmaya da devam edecek.
İngiliz futbolseverler hayal kırıklığı yaşadıkları eski dönemleri geride bırakmış, şu sıralar yeni jenerasyonlarından oldukça umutlu görünüyorlar. 2018 yazında Rusya’yı “football is coming home (futbol evine dönüyor)” tezahüratlarıyla inlettiler. Madalya alma başarısı gösteremese de bir önceki “altın jenerasyon”un hiç başaramadığı bir şeyi başarıp büyük bir turnuvada yarı final oynayan Southgate önderliğindeki milli takım, İngiliz halkında büyük bir heyecan uyandırmış durumda. Dünya Kupası’ndan sonra başlayan 2018/19 sezonunda Şampiyonlar Ligi ve UEFA Kupası’ndaki dört final koltuğunun dördü de İngiliz kulüpler tarafından kuşatılmıştı. Üstelik bu dört takım arasında o sıralar dünyanın en iyi takımlarından biri olarak gösterilen ve İngiltere Premier Lig’i 98 puanla şampiyon tamamlayan Manchester City yoktu. Son yıllarda istikrarlı bir biçimde yükselen ve artık neredeyse tüm futbol kamuoyu tarafından dünyanın en iyi ligi olarak kabul gören İngiltere Premier Lig’in kalitesi yavaş yavaş milli takıma yansımaya başlamış görünüyor. İngiltere, 2020 Avrupa Şampiyonası elemelerinde 8 maçta 7 galibiyet aldı. Bu maçlarda attığı 37 gole karşılık kalesinde sadece 6 gol gördü. Yalnızca istatistik tablosunda değil, sahada oynadığı oyunla ve kadro kalitesiyle de oldukça olumlu bir izlenim verdi. Takımını genelde 4-3-3 formasyonunda sahaya süren Southgate, 8 maçta da “dünyanın en pahalı defans oyuncusu” unvanını elinde bulunduran Harry Maguire’den vazgeçmedi. İlk 5 maçta Maguire’nin partneri Keane’di ancak son 3 maçta Mings ve Stones’u da onun yanında denedi. Bu isimler haricinde zaman zaman Liverpool’da şans bulan Joe Gomez ve özellikle bu sezon Roma’da iyi bir performans ortaya koyan Smalling de Maguire’la birlikte oynamaya aday. Sağ bek pozisyonunda Walker, Trent, Trippier ve Wan-Bissaka gibi çok önemli alternatifleri bulunan İngiltere’nin sol bek rotasyonu ise Chillwell ve Rose’dan oluşuyor. Southgate, orta saha üçlüsünün birinde hem defansif katkıları, hem pas yüzdesi, hem de liderlik özellikleri sebebiyle genellikle Henderson’u tercih ediyor. Orta sahadaki bir diğer forma için mücadele eden Declan Rice ve Harry Winks’ten en az birisi ise eleme maçlarının tamamında sahadaydı. Ayrıca bu ikiliye ek olarak Southgate’in elinde Eric Dier gibi bir seçeneği daha bulunuyor. Henderson ve yanına koyacağı diğer tutucu orta sahanın haricindeki üçüncü orta saha oyuncusuna karar vermek ise onun için hiç kolay olmayacak. Mourinho’nun Tottenham’a gelişiyle birlikte formu bir anda yükselen Dele Alli ve Leicester City’nin bu sezon en dikkat çeken oyuncularından biri olan, takımını sahada orkestra şefi gibi yöneten Maddison bu mevki için şu anda en büyük adaylar gibi gözükse de Grealish, Mount, Barkley ve Chamberlain de formlarını yükselttikleri takdirde formaya göz dikebilecek kalitede isimler. Kanatlarda Sancho, Rashford, Sterling ve Odoi gibi genç ve aç oyunculara sahip olan İngiltere’nin santrafor mevkisi de emin ellerde. Kuşkusuz dünyanın en etkili santraforlarından biri ve sağlıklı olduğu sürece formanın asıl sahibi olan Kane’in yanı sıra bu sezon fırtına gibi esen Leicester’lı Vardy, Bournemouth’tan Wilson, Southampton’dan Ings ve Chelsea’nin genç yeteneği Abraham; Southgate’den şans bekliyor. Bu genç ve yetenekli jenerasyon, başta İngilizler olmak üzere tüm futbolseverlere heyecan veriyor. Ayrıca kendilerinden önceki “altın jenerasyon”un aksine, 2018 Dünya Kupası’nda bir şeyler başarabileceklerinin sinyallerini de verdiler. İngiliz halkının yeniden milli takımla bütünleşmesini sağlayan Southgate’in öğrencileri Euro 2020’nin ve ardından gelecek turnuvaların şüphesiz şampiyonluk adaylarından olacaklar.