İnsanlar olarak; tarihi olayları, nesneleri, hayvanları, çiçekleri, belki de çevremizdeki her şeyi hikayeleştiririz. Etrafımızdakilerin bir anlamı ve bir geçmişi olduğu inancına tutunuruz. Çoğu kültürde de rastlarız bu hikayeleştirmeye. Hatta bana sorarsanız, etrafımızdakilerin biz insanlara hissettirdikleri benzediğinden, genelde farklı kültürlerdeki hikayeler de birbirlerini çağrıştırır. Açıkçası ben de hayatımda yer alan şeylerin, yaşanmışlıklardan birer parça olduklarına inanırım. Anlam yüklediğim nesnelerin hikayesini duymak beni onlara daha çok bağlar. Bu yazımda da, genellikle insanlarca aşk ve sevgi ile bağdaştırılan çiçeklerin hikayelerinden bahsetmek istiyorum.
“Çiçeklerin kraliçesi” olarak anılan gül ile başlayayım. Chloris adlı çiçek tanrıçasının, ormanda yürürken bir orman perisinin üzerine basması ile başlar hikaye. Bu duruma çok üzülen tanrıça, su perisinin bedenini bir çiçeğe çevirmek ister. Apollo’dan güneşi getirmesini, Zephirus’tan bulutları çekmesini, Afrodit’ten güzellik eklemesini, Dionysus’tan nektar bağışlamasını ister. En nihayetinde “gül” doğmuş olur. Chloris yarattığı yeni çiçeği çok sever ve isminin duyulmasını ister. Bunun üzerine Iris, yani gökkuşağı tanrıçası, gülün rengini alır. Aurora, yani şafak tanrıçası da gökyüzünü gül rengine boyar. Gülün doğumuna yardım eden bütün tanrılar ve tanrıçalar gülün kraliçe olduğuna karar verir. Afrodit, gülü oğlu Eros’a, yani aşka adar. Eros bu durumun ve aşkın gizli kalması gerektiğine inanır ve Harpocrates’ten (sır ve gizlilik tanrısı) kendine adanan gülün daha fazla konuşulmaması için onu sessizlikle mühürletir. Bu nedenledir ki gül, Chloris’in orman perisine duyduğu sevgiden dolayı ‘nedensiz aşkı’ ve üzerindeki mühürden dolayı ‘gizliliği’ temsil eder.
Şimdi belki daha çok bildiğimiz bir hikaye ile devam edebiliriz. Bazen Pers ve İran kaynaklı olduğu da söylenen ve bizim ise Amasya’da rastaladığımız bir hikaye olan Ferhat ve Şirin’in aşkına dayanıyor lalenin doğumu. Bu hikayede Ferhat, Amasya’da çalışan bir nakkaş. Şirin ise Amasya Sultanı Mehmene Banu’nun kız kardeşi. Günlerden bir gün, Şirin için yapılan bir köşkün süslemelerini nakşetmekle görevlendirilen Ferhat, Şirin’i görür. Birbirlerine ilk görüşte aşık olurlar. Ferhat, Amasya Sultanı’na, Şirin’i istediğine dair bir haber salar. Sultan kardeşini bir nakkaşa vermek istemez. Ferhat’ın yapamayacağını düşünerek ona bir şart koşar: Elma Dağı’nı delmesini ve Amasya’ya su getirmesini ister. Ferhat Şirin’e duyduğu aşktan güç alır ve dağı deler. Bunu duyan sultan, aşıklar birbirinden umudu kessin diye Ferhat’a bir elçi yollar. Elçi Ferhat’a Şirin’in öldüğünü söyler. Bunu duyan Ferhat, dağları deldiği kazmayla kendini, o sırada bulunduğu kayalıklarda öldürür. Bu sefer de Ferhat’ın ölüm haberi Şirin’e gelir. Şirin bu habere inanmaz ve Ferhat’ı görmeye gider. Cesedi gören Şirin kendini aynı kayalıklardan atar. Aşıklarımızın akan kanı, dağın delinmesiyle akan su ile birleşir ve “lale” doğar. Su laleye hayat, kan ise laleye kırmızı rengini verir. Lale bu nedenle azmi, gururu ve tabi ki asil bir aşkı simgeler.
Bir sonraki çiçeğimiz, güle rakip olarak görülen şakayık olsun. Belki gül kadar ünlü değil, ancak şakayık da Çinliler tarafından çiçeklerin kraliçesi olarak anılıyor. Doğu ve batının kraliçeleri arasında bir rekabet var anlayacağınız. Doğu’nun kraliçesinin hikayesi ise yine Yunan mitlerine dayanıyor. Mitlerden birine göre Apollon, su perisi Paeonia’dan hoşlanıyor. Afrodit, kardeşini kıskanmış olacak ki, bir gün onu takip etmeye karar veriyor. Apollon su kenarına gidiyor ve Paeonia ile flörtleşmeye başlıyor. Tam bu sırada Paeonia, Afrodit’in onları izlediğini fark ediyor; mahcubiyetten kızarıyor ve Afrodit bu kızarık su perisini, yanakları ile aynı renk olan bir çiçeğe çeviriyor: mahcubiyetin simgesi olan “şakayık”a.
Daha bilindik bir hikaye ile devam etmek istiyorum. Aslında benim de mitolojide en sevdiğim hikayelerden birisidir. Bu hikaye hem narsistlikten, hem yankıdan hem de nergisin doğumundan bahseder. Bu mite göre, Narcissus denilen çok yakışıklı ve bir o kadar da kendini beğenmiş bir genç varmış. Hatta rivayete göre kim görse bu genci, aşık oluyormuş. Narcissus’un yaşadığı ormanda, her peri gibi ona aşık bir dağ perisi yaşarmış: Echo. Diğer perilerden farklı olarak Echo, aşkının karşılık bulacağına inanırmış. Ancak dağ perimizin bir özelliği varmış, kendi başına konuşamaz yalnızca duyduklarını tekrarlayabilirmiş. O nedenle Narcissus’un etrafından ayrılmaz, onun güzel sözler sarfetmesini beklermiş. Bir gün Narcissus onu izleyen birinin varlığını fark etmiş ve ”Kim var burada?” bağırmış. Echo, ”Burada!” diye cevap vermiş ve Narcissus’un karşısına çıkmış. Narcissus, beklendiği üzere, ona hiç yüz vermemiş, hiçbir şey söylemeden çekip gitmiş. Cevap alamayan Echo hiç ses çıkaramadan, Narcissus’un gidişini izlemiş ve sonra da üzüntüsünden yok olmuş. Ardında yalnızca sesi kalmış, her kim dağlara bağırırsa Echo onları tekrar eder ve yalnızca onlara cevap verir olmuş. Ancak, Echo’nun Narcissus’a olan karşılıksız aşkı da yankı bulmuş olacak ki, dönüp dolaşıp yakışıklı gence dert olmuş. Narcissus ormanda bir gün dolaşırken çok berrak bir pınar görmüş. Su içmek için eğildiğinde sudaki yansımasını görmüş. Rivayet o ya, kendisini gören Narcissus kendisine aşık olmuş. Pınara seslenmiş, cevap alamamış; görünstüsüne uzanmış, dokunamamış; hiçbir karşılık alamamış. Kendi yansımasını izlemekten kendini alıkoyamayan Narcissus’un kalbi bu aşkı kaldıramamış; tıpkı Echo gibi o da yok olmuş. Yakışıklı gencin öldüğünü duyan periler, ceset yerine mis kokulu sarı bir çiçek bulmuşlar: nergis. Tahmin edersiniz ki, nergis; karşılıksız aşkı, ölecek kadar sevmeyi ve narsistliği simgeler olmuş.
Fransa’dan bir hikaye ile yazımı sonlandırmak istiyorum. Kasım ayına girmek üzereyken, etrafta fazlaca görebileceğimiz, hatta ismini de kasım ayında aniden çıkması ile alan bir çiçekten bahsedeceğim: kasımpatı, ingilizcesi de ‘chrysanthemum’ . Bu sefer de hikayemiz Fransa’nın bir köyünde geçiyor. Genç ve fakir Crisan, köyün ağasının kızına aşık olmuş bu sefer. Kızı görebilmek için sürekli yanına gidiyor ve onu izliyormuş. Neyse ki bu hikayede aşığımız aşkına karşılık bulmuş ve gide göre bir şekilde kızı kendine aşık etmiş. Genç Crisan, her gün bir bahane bulup kız ile görüşüyormuş. Bu görüşmeler kızın babasının dikkatini çekmeye başlamış ve bir gün kızının dışarı çıkmasını yasaklamış. Crisan kızı görmekten vazgeçmemiş, ancak babası onu da eve yaklaştırmıyormuş. Genç kız, hasretinden yataklara düşmüş, onun bu halini gören dadısı Crisan’ı bulmuş ve durumu anlatmış. Crisan ilk gördüğü çiçeği koparmış ve yanına bir not iliştirmiş ”Crisan t’aime” (Crisan seni seviyor). Kıza her gün aynı çiçeği ve notu yollamaya başlamış ancak en nihayetinde, kız hasretinden ölmüş. Hikayeyi duyanlar çiçeğe zamanla “krizantem” demeye başlamış. Bu hüzünlü vefatın etkisinden olacak herhalde; krizantem, yani kasımpatının günümüzde ölümü çağrıştırdığını düşünenler var. Ancak istisnasız her gün ölüm döşeğindeki sevgilisine not yollayan Crisan gibi iyimserliği ve zorluklara rağmen süren aşkı simgelediğini düşünenler de vardır.
Hikayeleri genelde mutlu sonlanmasa da bütün bu çiçekler aslında umudu simgeler. Umarım siz de hikayelerini duyduğunuz bu çiçeklere ve çiçekleri armağan ettiğiniz insanlara karşı daha bağlı ve her şeye rağmen daha umutlu olursunuz.
Kaynakça
https://nurserynisarga.in/product/red-rose-laal-gulab-plant/
https://www.charentonmacerations.com/2014/10/29/mythological-rose/
https://www.pikist.com/free-photo-xaveq/tr
https://www.britannica.com/topic/Narcissus-Greek-mythology
https://www.aksehirpostasi.com/yazarlar/ceyda-cakir/nergis-ciceginin-mitolojik-hikayesi/2057/
http://bihterturkanergul.com/index.php/mis-kokulu-bilgiler/ciceklerin-mitolojik-hikayeleri/