Sosyal bilimler bir ekosistem olarak birçok farklı alanı kapsıyor. Bu nedenle sosyal bilimlerin tarihini ele almak uğraştırıcı olabilir. Ancak benim bu yazı serisindeki amacım sosyal bilimlerin değil sosyal bilimin tarihini ele almak olacak. Bu yazı serisinde sosyal bilimin tekilliğini sosyal bilimlerin geçmişinden yola çıkarak anlatmaya çalışacağım. Tabii ki, her sosyal bilimler konusu açıldığında genelde sorulan ilk soru sosyal bilimlerin bilim olup olmadığı olur. Bu konuda Türkiye’de yapılan tartışmalarda ana eksen ‘’bilim’’ statüsünün bir alana kazandırdığı değerin etrafında şekilleniyor. Bu serideki amacım sosyal bilimlerin ‘’bilimliğini’’ tartışmak olmayacak ancak elbette bu konuda belirli çıkarımlar yapılabilir.

Modern bilimin kökenlerine indiğimizde karşımıza iki modelin ortaklığı çıkar. Bunlardan ilki Descartes’ın ortaya koyduğu düalizmdir. Descartes akıl ve madde ayrımını ‘’Düşünüyorum öyleyse varım.’’ ünlü sözüyle ortaya koymuştu. Kartezyen görüş ile birlikte soyutlanmış akıl, somut dış dünyayı incelenecek bir nesne olarak konumlandırıyordu. İkinci model ise Newton’ın kesin bilginin ya da evrensel yasanın mümkünlüğüydü. Bu iki model birlikte modern bilimin iskeletini oluşturacaktı. Bu bağlamda elbette ilk olarak doğa bilimlerinin gelişimi mümkün olmuştu. Bunun en önemli sebebi Aydınlanma yüzyılının cemiyetlerinin, topluluklarının doğa bilimcilere kaynak ayırabiliyor olmasıydı. İlerlemeye olan sarsılmaz inanç ve pratik fayda doğa bilimlerine aktarılan kaynağın arkasındaki önemli iki sebepti. O hâlde sosyal bilimin gelişimi için 19. yüzyılı beklemeliyiz.

19. yüzyıl ise sürekli değişimin yüzyılıydı. Değişim daha önce hiç olmadığı kadar baş döndürücüydü ve insanların normali hâline gelmişti. Bunu kanıksatan olay yüzyılın da başlangıcı kabul edilen Fransız Devrimi’ydi. Fransız Devrimi’ni ulus-devlet, milliyetçilik gibi fenomenlerin ortaya çıkışıyla sık sık anarız. Lâkin Devrim’in küresel çaptaki en büyük etkisi değişimin olağanlığını tüm dünyaya kanıksatmasıydı. Yeni paradigma ‘’katı olan her şeyin buharlaştığı’’ bir paradigmaydı. Eğer değişim bir kere paradigma hâline geldiyse o zaman kontrol edilmeli hatta yönlendirilmeliydi. Bu durumun iki sonucu oldu: İdeolojilerin ve sosyal bilimlerin doğuşu. Bir üçüncü olarak da üniversitenin Ortaçağ’daki formundan çıkıp, Humboldt tipi dediğimiz modern araştırma üniversitesine dönüşmesini ekleyebiliriz.

İdeolojiler kendilerine içkin olarak değişimin varlığını ve gerekliliğini öne sürerler. Ayrıca hepsi de mevcut düzenin bir şekilde değiştirilmesi gerektiğini varsayar. İlerlenecek bir gelecek için değişim şarttır. Bu gelecek ütopyan bir gelecektir. Ancak ideolojiler en azından 19. yüzyılda üniversiter alandan uzak kalacaktı.  

Üniversite ise ampirik deneylerle, gözlemlerle ve karşılaştırmalarla şimdiye odaklanır. O, artık Orta Çağ’daki İslam medresesinin uyarlanmış hâli değildir. Değişimin şimdisini analiz eder, ideoloji kadar gelecek yönü ağır basmaz. Bu değişimin insani tarafı için sosyal bilimin gerekliliği ortaya çıktı. Bu en başta devletlerin teşvik ettiği bir oluşumdu. Çünkü modernleşme yoluna giren ve çocukluk dönemindeki her ulus-devlet; bilmek, takip etmek ve kaydetmek istiyordu. Bunun için de durumun durağan, katı olması gerekliydi. Buharlaşan katılar, sosyal bilimler aracılığıyla sanki katılarmış gibi incelenebilirdi. Bu bağlamda sosyal yaşam üç ana alana ayrıldı: ekonomi, siyaset ve toplum/kültür ya da sosyal bilim disiplinleriyle tanımlayacak olursak iktisat, siyaset bilimi ve Batılı toplumlar için sosyoloji; Doğulu ‘’statik’’, modern olmayan kültürlerin inceleneceği antropoloji. Bu disiplinlerin hepsi soyutlamalara dayanıyordu. Doğanın evrensel yasalarının bulunduğu gibi insanın da evrensel yasalarının bulunmasıyla değişim belli bir yola kanalize edilebilir, istenen ‘’ilerleme’’ sağlanabilirdi.

Bu dönemdeki sosyal bilimler katî surette nomotetik yani ‘’evrenselci’’ydi. Bu anlamda sosyal bilimler pozitivist bir mantığı takip ediyordu. ‘’poser’’ fiilinden türetilen ‘’pozitif (positive)’’ sözcüğü de ‘’dayanılabilen, ‘’istinat edilebilen’’ anlamına geliyordu. Daha sonra da ‘’kesin’’, ‘’kuşku götürmez’’, ‘’değişmez’’ anlamlarını kazanmıştı. Pozitivizm, başta bahsettiğim Newtoncı ve Kartezyen bilim ve felsefe anlayışının bir sonucuydu ve özne ile nesne arasına set çekiyordu. Sosyal yaşam (ekonomi-siyaset-toplum/kültür) özne olan sosyal bilimcinin nesnesiydi ve tıpkı ‘’gözün kendisine bakamadığı’’ gibi sosyal bilimci de bir göz olarak ancak nesneyle ilişki kurabilirdi. Pozitivizmin öncüsü ve sosyolojinin isim babasının aynı kişi olması tesadüf olamaz. Auguste Comte’un sosyolojiden önce ‘’sosyal fizik’’ terimini kullandığını hatırlamalıyız. Comte’un Yunanca ‘’ilerleme’’, ‘’gelişme’’ anlamlarını karşılayan ‘’physis’’ kelimesini kullanması dikkate değerdir. Auguste Comte’un kendi yazılarından alıntılayalım: ‘’Pozitif felsefenin temel karakteri, gerek ilk gerekse son nedenleri aramanın kesinlikle sonuçsuz kalacak beyhude bir çaba ve bizim için anlamsız olduğunu göz önünde tutarak tüm fenomenlerin değişmez doğal kanunlara tabi olduklarını […] kabul etmektir.’’ Bu sosyoloji özelinde sosyal bilimlerin mantığını yansıtan bir ilişkiydi: Sosyal yaşamın kanunlarının varsayılması ve insanlığın gelişiminin nomotetik  kanunlarının bulunması. Marx ekonomi temelinde işleyen bu kanunları bulduğunu iddia ederken, Spencer ise Darwin’in evrim yasasını sosyal yaşama uygulayarak toplumun yasasını yaşam mücadelesi ve doğal seleksiyonda buluyordu. Comte ise evrensel yasayı tıpkı insanın büyümesi gibi zihnin büyümesinde bulur buna göre büyüme (ilerleme/gelişme) kaçınılmazdır. Yine Comte’a dönelim: ‘’Maksadımız, fenomenlerin ortaya çıkış koşullarını kati bir şekilde analiz etmek ve bunları, olağan ardışıklık ve benzeşim ilişkileriyle birbirlerine bağlamaktan ibarettir.’’

Pozitivist düşüncenin sosyal bilimlere çizdiği çerçeve çok keskin hatlara sahipti. Bu çerçeve, öyle ki, sosyal bilimlerin kendi aralarına bile kalın duvarlar örüyordu. 18. yüzyılda yaygın olarak politik-iktisat şeklinde kullanılan isim bir sonraki yüzyılda politik teriminden soyutlanmıştı. İktisat kendi içinde ayrı bir evren oluşturmuştu. Siyasete veya topluma bağlı olmayan yasaları olmalıydı.

Antropoloji ise Doğu ‘’toplumları’’nın üzerinde tatbik edilen sosyal bilimdi diyebiliriz. Sosyoloji, Batı toplumlarını incelemek amacıyla kurumsallaşmıştı çünkü Batı ile Doğu arasında belirgin farklar vardı. Doğu durağan bir yapı sergileyerek Batı’nın sağladığı ilerlemeyi sağlayamamıştı. Batı’daki devlet tipinin örneği Doğu’da yoktu. Öyleyse Doğu’nun geri kalmışlığının nedenleri incelenmeliydi. Sosyoloji bunu yapamazdı çünkü zorunlu olarak bir ‘’toplum’’ yapısı varsayarak yola çıkıyordu. Doğu’da her ne kadar Çin ve İran gibi eski kültürler var olsa da bir ‘’toplum’’ yoktu bu dönemde hakim olan görüşe göre. Bu bağlamda ilk olarak kolonyal memurlar arasında gelişen antropoloji, sosyal bilimlerin kurumsallaşma sürecinde diğerlerinden ayrılıyordu. Hem üniversite dışıydı hem Batı’yı merkeze alarak yola çıkmıyordu.

Sonuç olarak kurumsallaşma sürecinde sosyal bilimler için ‘’bilimlik’’ payesi tartışmaya açılmamıştır. Hatta Auguste Comte, bilimler hiyerarşisinde ‘’sosyal fizik’’i en üste yerleştirmişti. Bilimin ‘’öte anlamları’’ henüz etraflıca tartışılmıyordu. Bilimin karşılığı tekti. Bu dönemde nomotetik ya da evrenselci görüşe dayanan, devlet etrafında şekillenen ve ona pratik fayda sağlamayı amaçlayan, modern üniversite içinde -antropoloji hariç – kurumsallaşan üç ana sosyal bilim disiplini vardı. Bunların hepsi de kendilerine ayrı evrenler inşa etmişlerdi ve o ayrı evrenlerden yola çıkarak tekil yasalara ulaşmayı hedefliyorlardı. Böylece ‘’katıların buharlaşması’’ engellenemese de analiz edilebilir, yönlendirilebilirdi. Sosyal bilimlerin bu pozitivist, durağan, tasnif edilmiş ve kesin algılanışı I. Dünya Savaşı’nı takip eden 20. yüzyılda değişecekti. ‘’Tarih’’in bu aşamada nerede durduğu, nomotetik anlayışa yönelik saldırıları ve bütünselci sosyal bilimi hedefleyen Annales okulu ise bir sonraki yazının konusu olacak.

Kaynakça

Aksakal, Hasan. Politik Romantizm ve Modernite Eleştirileri. İstanbul: Alfa Yayınları, 2015.

Dellaloğlu, Besim F. Poetik ve Politik: Bir Kültürel Çalışmalar Ansiklopedisi. İstanbul: Timaş Yayınları, 2020.

Kabakcı, Enes. Sosyolojiyi Kurmak: Montesquieu, Tocqueville, Comte, Durkheim. İstanbul: Vadi Yayınları, 2019.

Komisyon. Gulbenkian Komisyonu: Sosyal Bilimleri Açın. İstanbul: Metis Yayınları, 2018.

Wallerstein, Immanuel. Modern Dünya Sistemi IV. Cilt: Merkezci Liberalizmin Zaferi, 1789-1914. İstanbul: Yarın Yayınları, 2015.

—. Sosyal Bilimleri Düşünmemek. İstanbul: BGST Yayınları, 2013.

Leave a Reply