Muhammed bin Zayed El Nahyan: Birleşik Arap Emirlikleri’nin hırçın veliaht prensi… Kimimizce 15 Temmuz kanlı darbe teşebbüsünün önde gelen finansörlerinden, kimimizce ise “ekonomik kurtuluş savaşımızda ” bizlere yardım elini uzatan, 2019’da en güçlü Arap lider unvanını hak eden ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin çehresini değiştiren milyarder otoriter.
Türk-Körfez İlişkileri geldiğimiz noktada, ideolojik hassasiyetlerin bir kenara itilip, ekonomik çıkarlar çerçevesinde şekil aldığı, tanımlanması güç, ancak örneğinin pek sık görüldüğü diplomatik yollardan birisine doğru ilerliyor. Denize düşen yılana sarılır misali El Nahyan’ın şatafatlı törenlerle karşılandığı bugünlerde, bir yandan “amansız darbeci” Abdülfettah el-Sisi heyetleriyle istikşafî görüşmeler sürerken bir yandan da Katar, Suudi Arabistan, Kuveyt gibi Körfez İşbirliği Konseyi üyesi ülkelerin maddî güçleri önünde deyim yerindeyse “eğilen” bir dış politika örneği sergiliyoruz. Bu yazımdaki gayemin, geçmişin acı tecrübeleri üzerinden Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Dış Politikası’nın itibarını zedelemek olmadığını, aksine, içerisinde bulunduğu çalkantı ve çelişki zincirinin içerisinden çıkmasının ülkeye ne denli faydalı olacağını ifade etmek olduğunu belirtmek isterim.
Körfez ülkeleri, Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgeden çekilmesi ve yıkılmasıyla sonuçlanan süreçte geleneksel yönlerini, kabile düzenlerini ve İslamî örflerini XXI. yy.’de yüksek ölçüde muhafaza etmeyi başarırken, şaşırılacak bir şekilde dış politikadaki oportünist anlayışlarından küçük istisnalar dışında vazgeçmemiş ve Batılı devletler ile ilişkilerini geliştirme hedeflerine sadık kalmışlardır. Panarabist ve Panislamist olarak örnek gösterebileceğimiz belki de tek Körfezli kral Faysal bin Abdülaziz de öz yeğeni Faysal bin Musaid tarafından öldürülmüş ve Körfez’de gerek iç ilişkiler gerekse dış ilişkilerde çoğu zaman çıkar merkezli siyaset anlayışı güdülmüştür. Nixon ürünü petro-dolar eksenli yeni ekonomik düzenin paydaşı olan Körfez İşbirliği Konseyi üyesi altı ülke( Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Kuveyt, Bahreyn, Umman) İsrail-Filistin savaşında da Ürdün-Birleşik Arap Cumhuriyeti(Mısır-Suriye) kadar aktif rol almamış ve dış politikalarını realist temeller üzerine inşa etmişlerdir.
Türkiye Cumhuriyeti ise Ortadoğu’daki gelişmelerin Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren her daim yakın bir takipçisi olmuş ancak inter-Arap ilişkilerine karışmamayı da ana ilkelerinden biri haline getirmiştir. Örnek vermek gerekirse, Suudi Arabistan’ın 1932’de devletleşmesiyle birlikte Hicaz ve Necit’in kombinasyonu bu devleti resmî olarak tanıyan ilk ülke Türkiye olmuştur. Nitekim, zaman zaman, Turgut Özal zamanında olduğu gibi ülkenin doğrudan etkilendiği, Ortadoğu’da cereyan eden olaylarda diplomatik ilişkilerin bazı Arap devletleriyle gevşediği yahut sıkılaştığı görülmüştür. Ancak, AK Parti iktidarıyla birlikte, Müslüman ülkelere rol-model olma arzusu Türk Dış Politikasını temelden etkilemiş ve Davos çıkışının halkta bıraktığı muazzam etki, iktidarın, Mısır-Suriye-İsrail-Yunanistan-Hafter yönetimi- BAE gibi birçok ülkeye karşı geri dönülmesi zor adımlar atmasına neden olmuştur. Ümmet metaforu yüzyıllık bir aradan sonra yeniden bilinçleri yoklamış ve İslam âleminin liderliğinin yeniden Türklere mi geçtiği soruları akıllara gelmiştir. Bu noktada, dünyanın dört bir yanına “rest” çekilirken, Türk Dış Politikası monşerlerden önemli ölçüde arındırılmış ve muhafazakar/mütedeyyin hassasiyetler çerçevesinde bir dost-düşman siyaseti güdülmeye başlanmıştır.
Türkiye- Suudi Arabistan, BAE ve Katar ilişkilerinin zirveye ulaştığı 2015’ten bu yana, ilk olarak 2016’da BAE, 15 Temmuz finansörlüğüyle suçlanmış, sonrasında Katar’a ambargo uyguladığı gerekçesiyle, Suudi Arabistan’la iplerin iyiden iyiye gerildiği bir dönemde Kaşıkçı olayının ayyuka çıkması, Türkiye’yi bölgedeki iki ekonomik ortağından mahrum bırakmıştır. Öyle ki swap anlaşmalarında Katar’dan sonra, Uygurlu Türkler’in soykırımından mesul Çin ile dahi anlaşmaya mecbur kalmıştır. Suudi Arabistan’da 3 milyar dolarlık zarar yaşayan Türk müteahhitler, Bahreyn ve BAE’de de ağır kayıplar yaşamış, Türkiye menşeli ürünler ise gerek halk gerekse de devlet yetkililerince boykota uğramıştır. Çok değil yaklaşık bir sene öncesinde sarf edilmiş şu sözleri hatırlarınıza getirmek istiyorum:
“Türkiye’ye dair, ithalat, yatırım ya da turizm olsun her şeye boykot uygulamak her Suud’lu tüccar ya da tüketicinin sorumluluğudur” Bu sözler Suudi Arabistan Ticaret Odaları Başkanı Ajlan el Ajlan’a ait. Döviz kurlarının ülke ekonomisini derinden etkilediği şu günlerde sineye çekilen ve unutulan onlarca açıklamadan biri. Peki bu hamaset bir tesadüf sonucu mu oluştu? Türkiye Cumhuriyeti medyasının ve dış politikasının Arap Baharı ile İhvan-ı Müslimin unsurlarına koşulsuz desteklerini sunduğu bir konjonktürde, otoritelerini tehlikede hisseden devlet ve liderlerin karşıt politikalar benimsemesini anlayışla karşılamak gerekir.
Deyim yerindeyse, Türk medyası tarafından ajan devleti olarak lanse edilen Birleşik Arap Emirlikleri’nin veliaht prensi el-Nahyan ise Katar’la girdikleri normalleşme sürecinin ardından, esasen, Türkiye Cumhuriyeti ile de ilişkileri geliştirebileceklerinin sinyallerini vermişti ki çok geçmeden Türkiye’deki ekonomik depresyonun da etkisiyle iki ülkenin yetkilileri bir araya geldi. Kara para aklanmasının ve terörizmin finansmanının önlenmesinden gümrük konularına, çevreden enerjiye çok sayıda anlaşma imzalanırken, BAE 10 milyar dolarlık yatırım sözü verdiklerini açıkladı.
Türk-Körfez ilişkilerinin geçmişte yakaladığı pozitif trendin kaybolmasının temel unsurlarından birisi de aziz dost Katar ile geliştirilen ikili ilişkiler. Katar, 190 milyarı aşan gayrisafi milli hasılası ve 124.000 dolarlık kişi başına düşen milli geliri ile dünyada 1.sırada bulunan GCC( Gulf Cooperation Council/Körfez İşbirliği Teşkilatı)’nin etkili bir üyesi ve doğal gaz rezervi en yüksek ülkesidir. 2.7 milyonluk nüfusunun 1.8 milyona yakını mughtaribin adı verilen gurbetçilerden oluşan Katar, en çok da yurt dışındaki yatırımlarıyla adından söz ettirmektedir. Öyle ki bu yatırımların değeri 450 milyar doları bulmaktadır. Yakın zamanda Borsa İstanbul, İstinye Park, Çaykur, Finansbank, Boyner, Kahramanmaraş Termik Santrali atılımları ile Türk basınında geniş yankı uyandırması ile birlikte İngiltere’de 35, Fransa’da 25 ve Almanya’da 25 milyar dolara yaklaşan finansal birikimin sahibi konumuna erişmiştir. Diğer dünya pazarlarına da aktif bir şekilde katılan Katar, kurduğu hava yolu şirketi Qatar Airways ile ülkesini tanıtma ve ülkenin petrol-doğal gaz ve türevlerine olan bağımlılığını düşürme amacı gütmüştür.
Dünya çapındaki tüm ekonomik girişimlerin yanı sıra medya sektörünün aktivitesine verilen önem atlanmaması gereken hususlardan biridir. Arap dünyasında itibar sahibi olmanın maddi ve manevi tüm getirilerinin farkına varan şu anki Katar emiri Temim bin Hamed es-Sani’nin babası selef emir Hamed bin Halife tarafından ülkesinin adını duyuracak bir kurum oluşturulmasına karar verilmiş ve Aljazeera’nin temelleri atılmıştır. Devlet tarafından sübvanse edilen bu televizyon kanalı dünyanın birçok yerinde ofislerini açmasıyla beraber özellikle yaptıkları marjinal yayınlarla Arap dünyasında büyük bir izleyici kitlesi kazanmıştır. Yayınlarının marjinal olarak adlandırılması Usame bin Ladin’in konuşmalarına dahi yer veriliyor olmasıyla ilgilidir. Arap Baharı ile birlikte kimi ülkelerde kendine yakın rejimler oluşması gayesiyle yayın yapan Aljazeera’nin, Mısır’da İhvan-ı Müslimin’i , Yemen’de Husi milislerini ve Suriye’de de muhalifleri desteklemesi her ne kadar başlangıçta Katar’ın uluslararası ilişkilerde etkin bir ülke olmasını sağladıysa da zamanla Katar’a karşı bir koalisyonun oluşmasına neden olmuştur. Mısır’da Abdülfettah el-Sisi’nin yönetimi ele geçirmesi, Beşar Esad’ın liderliğini koruması ve Yemen’de de Suudi-BAE desteğiyle rejimin devrilmesinin önüne geçilmesi ile Katar ideallerini gerçekleştirmekte başarısızlığa uğramıştır.
Mısır-S. Arabistan arasındaki Arap-İslam Dünyası liderliği çekişmesi, S. Arabistan’ın Muhammed Mursi’ye karşı Sisi’yi desteklemesi ve Mısır’ın çatışma ortamında yaşadığı tüm ekonomik-politik sorunlardan da etkilenişiyle çekişmenin Suudi tarafının lehine sonuçlandığını söylemek yanlış olmaz. Hatta durum öyle bir hal aldı ki, iki ülkenin hak iddia ettiği tartışmalı bölge olan Tiran Adası’ndan Mısır feragat etme kararı aldı. Bu noktada; Sisi’nin, Mursi’nin Mısır’ın devlet sırlarını Katar’a aktardığı ve Aljazeera muhabirlerinden birkaçını tutuklamasıyla alevlenen kriz 2 sene sonra Katar-İran yakınlaşması iddiaları ile S. Arabistan-Mısır-Bahreyn-BAE öncülüğünde bu ülkeye ambargo uygulanması ile sonuçlandı. İran ile yakınlaşma iddiaları ise kimi medya araçları aracılığıyla servis edilen Şeyh Temim’in bir demecinden kaynaklanıyordu. Katar’ın itirazlarına rağmen bu demeç, Hizbullah’ın ve İran’ın politikalarının tasdik edildiği yönünde Katar aleyhine bir kamuoyu oluşmasına ve Katar menşeli ürünlerin alımının tamamı ile yasaklanmasından Katar vatandaşı hacıların sınır dışı edilmesine kadar uzanan geniş kapsamlı ambargonun sebeplerinden sayılmasına neden oldu.
Türkiye Cumhuriyeti, S. Arabistan öncülüğünde gerçekleştirilen blokajın etkisindeki Katar’a saatler içerisinde havayolu aracılığıyla aktardığı gıda malzemeleri ile yardım eli uzatarak kazançlı ve dostane bir ilişki edinmiştir ancak ne yazık ki, bahsi edilen ve Körfez Krizi olarak adlandırılan gerilimin karşı tarafının tepkilerini üzerine çekmiştir. Yazımın başında sözünü ettiğim Türk ekonomik atılımların zarar görmesi en çok da bu mesele ile alakalıdır. Türkiye’nin bu hamlesinin ardından S.Arabistan, BAE ve Bahreyn’de resmi olmayan bir şekilde Türk iş insanlarının sistemden tecrit edilmesiyle kalınmamış, Katar ve Türkiye’ye ılımlı bir şekilde yaklaşan Kuveyt ve Umman’ın da Türkiye ile samimi ilişkiler içerisinde bulunmasının önüne geçilmiştir. Ancak Katar’ın, komşu devletleriyle arasını çözmek üzere oluşu ve Türkiye’nin ekonomik sığınak addettiği BAE ile içerisine girdiği ılımlı süreç muhakkak ki Türkiye’nin istikrarsız dış politika anlayışına çare olacak ve deneyimlenen yanlışlar uzun vadede Türkiye’nin, bölge ülkelerinin politik meselelerine müdahil olmamasını sağlayacaktır.
Körfez Krizi, Suudi-Türk gerilimi ve Cemal Kaşıkçı vakasının kötü bir şekilde etkilediği Türk-Körfez ilişkileri, tanıklık ettiğimiz şu günlerde olumlu bir ivme yakaladı. Akademisyen, öğrenci, politika uzmanı, gazeteci, vatandaş olarak Dış Politikada bir kez daha ekonomik çıkarların galibiyetine şahit olurken, çok önemli tecrübeler edindik. Bölgede kaybedilen diplomatik itibarın, aslında duygu temelli politik adımlardan kaçınıldığında hızlı bir şekilde toparlanabileceğini, ancak bu hızın da biz vatandaşları şeffaflık karinesinden uzak bırakarak birtakım gelişmelere sebep olduğunu gördük. Kapalı kapılar ardında imzalanan anlaşmalar, sona ermeyen diplomatik istikrarsızlıklar ve belirsiz geleceği ile Türk-Körfez ilişkileri… Seyirci olduğumuz pozitif vakaların sürmesini en içten dileklerimle umarken, toleransın hakim olduğu bir Ortadoğu için de Türk-Körfez ilişkilerinin büyük önem arz ettiğini ifade etmem gerekiyor. Yemen, Libya, Suriye gibi bölgelerdeki çekişmelerde, kaotik ortamın çözülebilmesi, Türkiye’nin bölge devletleri arasında objektif bir siyasetle var olmasından ve arabuluculuk rolünü uygulamasından geçiyor. Bu noktada, Türk Dış Politikasının iç politikadaki emeller uğruna, yara almaması hepimizin en büyük arzularından biridir sanırım.