Çoktan açmış çiçeklerin yapraklarıyla son kez güneşi kucaklamaları ve yeşilin binbir tonunu içeren ağaçların ise mevsimsel olarak renk körü olma zamanlarının gelmesi baharın önüne eklenen ‘son’ kelimesinin ne kadar doğru bir tercih olduğunu hatırlatır bizlere. Bu görüntünün güzelliği ise zannımca uykuya dalmakta olan herhangi bir canlının yüzündeki mahmurluktan gelmektedir. Sonu gelmiş olan yaprakların üzerine bastığımızda beliren çıtırtı sesinin yanında kafamızı gökyüzüne kaldırdığımızda daha yaşayacak günü olanları görmemiz, ölüm ve yaşam arasındaki ince çizginin habercisidir adeta. Keşke hayattaki son durağımızı görmek detaylı bir sevinçle dalda duran yaprağın üç gün sonra yerde sarı renge bürünmüş ve buruşmuş sonunu görmek kadar kolay olsa. Bunun sebebi tabi ki hayattaki amacımın tamamlandığını düşünmemden kaynaklanmıyor.
Sonları görmeyi seviyor olmam; yaşanma olanağı içeren yüz binlerce ihtimal arasından, hayatın beni hangisine doğru iteceğini bilmemden kaynaklanmakta. Bugün elimde adeta çizgi filmlerden fırlayan ve beyaz parıltılar içerisinde soracağım soruları cevaplamaya hazır sihirli bir küre olsaydı ona yaşayacağım sonları sorar ve yaşamakta olduğum bütün olayların sonunu görmek isterdim. Sonbaharın masallardan fırlayan sihirli bir cihaza ihtiyaç duymadan bu hayalimi yaşıyor olması ise oldukça kıskançlık verici. Çünkü benliğinde doğumu ve ölümü barındıran böylelikle hayatın tümünü aynı anda görme yetisine sahip olan yegâne mevsim olan sonbahar, eteğinin pilelerini şımarıkça savuran bir balerin edasıyla zamanını doldurup sahneden hoplaya zıplaya inip döngüsünü tamamlayacak. Stoğunun gelmesini beklediğim o kitabın kapağını sondan açıp ilk başta final bölümünden başlayan ben ise haset içinde sonbaharın tekrar gelmesini bekleyeceğim.
Sonrasında ise sonbahar için aklımda fantastik sorular oluşuyor. Mesela eğer sonbahar bizler gibi bir insan silüetine bürünmüş olsaydı onunla arkadaş olmak ister miydim? Eğer arkadaş olsaydım bana hayatının sonunda ne olacağını, nasıl görüneceğini, kimlerle görüşüp kimlerle görüşmeyi keseceğini anlatırken bilmenin verdiği durgunlukla yüzüne yansıttığı ümitsizliğe dayanabilecek miyim? Kendimi sonbaharın yerine koydum ve soruların cevabını verirken konuşuyor gibi değil de ellerim çamur içindeyken çömlek yapmaya benzettim bu sancılı süreci. Eğer kafamda oluşan belirsizlik avlusundaki gri mahkumların volta attığı görüntüler canlanırsa ve otuz yıl sonrasında yaşayacaklarımı görmek, üç gün susuz kaldıktan sonra üç damla su dilenmek kadar çaresiz bir dilek gibiyse çömlek çarkımı hızlıca çevirir, ellerimi biraz bastırır ve çiçeklerim için bir vazo yapardım. Fakat özellikle yaşamın bize hali hazırda getirdiği gerçekleri görmekten bile kaçınılan, yaşanabilecek ihtimallerin kelebekler misali bütün vücudumuzu sarmasını istediğimiz zamanlarda ve kelebeklerin renklerinin bu kadar birbirinden farklı olmasının yarattığı görsel şöleni bir süre daha izlemenin vermiş olduğu mutluluk ve heyecan eşliğinde; kil ve topraktan oluşan harcımı üstten bastırıp bir kâse elde ederdim.
Ham maddesi aynı olan vazo ve kâsenin arasındaki en önemli fark ise aslında bizlerin hayatı nasıl algıladığımıza göre değişkenlik göstermesidir. Eğer hayat sizin için öngörülmemesi gereken bir hız treniyse kolunuza dostlarınız olan heyecan, huzursuzluk ve beklentiyi takarak ihtimaller sırasında yerinizi almamanız için hiçbir sebep yok. Fakat kelebek kanatlarındaki çeşitlilik midenizi bulandırmaya başladıysa ve başta bahsettiğim gibi sizlere hayatınız hakkında süpriz kaçırabilecek sihirli bir küreniz varsa hiç çekinmeyin, sirk çadırımızda hepinize yer var. Fakat önceden uyarayım gözlerinizin sık sık daldığında veya gökyüzünün bazen ciğerinize dolduğunda aklınıza gelen “eksik bir şey mi var” sorusunun cevabı, üzerinden yaldızların aktığı çadırımızda mevcut değildir.
Sena Kılıçarslan, (2024). Bilkent kampüsü. [Fotoğraf].
Sena Kılıçarslan, (2024). Bilkent kampüsü. [Fotoğraf].
Olga Wisinger-Florian, (1899). Falling leaves. [Painting]. Belvedere Collection, Venna Austria.