Amerikan seçimlerinin sonuçları, öncesinde yaşanan tartışmaları tam anlamıyla geride bırakabilmiş değil. Trump’ın Beyaz Saray’a geri dönmesiyle, uluslararası camiadaki belirsizlik daha da derinleşmişti ve endişe veren bir boyut kazandı. Oy çoğunluğu ve çokluğu ile tekrar başkanlık görevine gelmiş olan Trump’ın yarattığı şok dalgası, özellikle Orta Doğu ve Ukrayna’daki çatışmalarda alacağı muhtemel tavır ve geçmişteki güvensizliklerinin neden olacağı iktidar kişiselleşmesi gibi öngörülerin ne zaman netlik kazanacağı hala belirsizliğini korumakta. Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi öğretim üyelerimiz Meral Uğur Çınar, Kerem Yıldırım, Ioannis Grigoriadis; ve Uluslarası İlişkiler öğretim üyelerimiz Ersel Aydınlı, Özgür Özdamar ve Seçkin Köstem, bu meseleler üzerine yaptıkları analizleri öğrencilerle paylaşmak amacıyla 11 Kasım 2024 tarihinde “ABD Seçimlerinden Ne Öğrendik?” adlı seminerde bir araya geldi. GazeteBilkent Politika Birimi olarak, ABD seçimlerinin bize öğrettiklerini derleyerek bu yazıyı kaleme alma şansını veren ve bu değerli semineri mümkün kılan hocalarımıza ve bu etkinliği düzenleyen Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi ile Uluslararası İlişkiler bölümlerimize teşekkürlerimizi sunuyoruz.
ABD’nin İki Yolu
Meral Uğur Çınar’a göre, Trump’ın seçilmesi, sağ popülist ve otoriter bir liderin Amerikan siyasetinde önemli bir zaferini temsil ediyor. Bu süreç, “biz” ve “onlar” ayrımının keskinleştiği, çoğunlukçu, dikey ve hiyerarşik bir sistemin yükselişe geçtiği bir dönem olarak değerlendiriliyor. Düzen karşıtı bir duruşla, bir milyarderin ülke yönetimini üstlenmesi bu yeni yapının çarpıcı örneklerinden biri olarak öne çıkıyor. Trump’ın seçilmesi, modern Amerikan siyasetinde yalnızca bir liderin yükselişini değil, aynı zamanda toplumsal sınıflar arasındaki kırılmaların giderek derinleştiğini de gözler önüne sermekte. Trump dönemini, önceki dönemlerden ayıran en önemli unsur ise, ekonomik ve kültürel olarak dışlanmış kesimlerin, güçlerini geri kazanma arzularının somut bir örneği olması. Özellikle mavi yakalı işlerde çalışanlar, eğitim düzeyi düşük beyaz erkekler ve kırsal bölgelerde yaşayanlar gibi gruplar, kendilerini “kaybeden” statüsünde görmeye başlayarak yeni bir toplumsal düzen taleplerini Trump gibi liderler aracılığıyla dile getiriyorlar. Bu sosyolojik değişimlerin yanı sıra, ekonomik küreselleşme ve teknolojik dönüşüm de toplumsal dinamiklerdeki gerilimi artırmış gözüküyor.
Bu durum Uğur Çınar tarafından iki yaklaşım etrafında değerlendirildi. İlki, “Kültürel Geri Tepme” yaklaşımı: Ekonomik güvenliğini sağlamış kesimlerin feminizm gibi aktivist alanlara yönelmesiyle birlikte kendi geleceklerinin tehdit altında olduğunu hisseden daha yaşlı, dindar ve beyaz erkeklerin çoğunluğunu oluşturduğu dışlanan grup da Trump gibi sağ popülist liderlere destek verdiğini belirtti. İkincisi ise, sosyal demokrat partilerin neo-liberal sisteme teslim olmuş olmaları: Sosyal demokrasinin ekonomik memnuniyetsizliklere çözüm üretememesi sonucunda Trump’ın kültürel açıdan dışlayıcı, otoriter ütopyaları birer çözüm olarak sunulduğundan bahsetti. Bir ekonomik yeniden yapılanma ya da totaliter bir rejim yolunda ilerleme seçenekleri söz konusu gibi duruyor.
Son olarak, Acemoğlu’nun Nobel ödülü kazanmasıyla gündeme gelen “kurumların rolü” meselesinin de bu bağlamda sorgulandığını anlattı Çınar. Kurumların demokrasiye ne ölçüde emniyet sağladığı sorusu, Trump dönemiyle birlikte daha önemli bir tartışma haline gelmiş durumda. Kurumların sağladığı güvenceyi incelemeden önce, güçsüzleşmelerini etkileyen birkaç kök sebebin analizini yapmak üzere sözü Kerem Yıldırım aldı.
Kaybedenlerin Kazanan Hırsı
Kerem Yıldırım’ın analizi, Amerikan parti sisteminde üç önemli kırılma dönemini gözler önüne serdi . İlk kırılma döneminin, 19. yüzyılın sonlarına doğru iç savaş öncesinde gerçekleşirken, ikinci kırılma Büyük Buhran döneminin, 1932 seçimleri ve Roosevelt’in “New Deal” politikalarıyla, üçüncü kırılmanın ise 1967-1968 döneminde yaşandığını anlattı. Dördüncü ve güncel kırılma ise 2016-2024 yılları arasında şekillenmekte ve bu yeni dönemdeki dinamikler, toplumsal kutuplaşma ve ekonomik değişimlerle belirginleşmekte.
Yıldırım, bu kırılma dönemlerinde, genel olarak toplumların karşılaştığı zorluklara yanıt olarak çeşitli çözüm yolları geliştirilirdiğini ifade etti. Örneğin, ABD’de Roosevelt’in New Deal programı ekonomik istikrarı sağlamak için uygulanırken, İsveç’te Yeşil-Kırmızı İttifak, Almanya’da Nazizm ve İtalya’da faşizm gibi radikal yaklaşımlar ortaya çıktığını biliyoruz. Günümüzde ise 2016 ve sonrasındaki seçimlerde, Trump’ın başarıyla elde ettiği oy çoğunluğu ve yedi salıncak eyaletinin tamamını kazanması gibi sonuçlar, artık istisnai değil, giderek olağan hale gelen bir durumu yansıtmakta. Bu durumun arka planında, bilgi toplumlarında endüstriyel dönüşümün kazanan ve kaybeden sınıfları nasıl yeniden şekillendirdiğini görmek mümkün. Eğitim, teknoloji, finans, sağlık, medya ve eğlence gibi sektörlerde çalışanlar kazananlar arasında yer alırken; manuel, mavi yakalı işlerde çalışanlar ve rutin mesleklerdeki bireyler kaybeden statüsünde konumlanıyor. Bu kesimde özellikle eğitimsiz beyaz erkekler arasında, aile kurumunun çöküşü, uyuşturucu epidemiği ve düşük mobilite gibi sosyal sorunlar yaygın. Bu çerçevede, Trump’ın zaferi, kaybedenlerin artan hırsının bir sonucunu temsil etmekte. “Önümüzdeki dönemde radikal sağ ve popülist otoriter hareketlerin artması, korumacı politikalar ve gümrük vergilerinde yükseliş beklenebilir”diye ekledi Yıldırım. “Trump ise kendisini çıraklıktan profesyonelliğe geçiş yapmış bir lider olarak tanımlayarak bu süreçte etkisini artırmayı planlıyor.”
Trump Bir Semptom
Trump gibi düşünen kuruluşların “2025 Projesi” gibi araçlarla bürokrasiyi ele geçirmeyi hedeflediğine dair şüpheler artmakta ve uluslararası gözlemciler tarafından dile getiriliyor. Federal Rezerv Başkanı Jerome Powell gibi isimler, Trump’ın onları görevlerinden alamayacağını ve kurumları kendi çıkarlarına paralel bir şekilde yeniden yapılandıramayacağını iddia etse de, bu konuda kesin bir sonuca varmak zor gözüküyor. Tam bu noktada sözü Ioannis Grigoriadis alarak, kurumların çürütülme tehlikesine ve ABD ile Türkiye arasında bu alandaki paralelliklere dikkat çekti. Ona göre, dünya genelinde kurumların zayıflaması ve uluslararası düzenin tehdit altında olması, Asya’da yeni sorunların ortaya çıkmasına ve Amerika’nın Ukrayna ve Filistin meselelerine yaklaşımının değişmesinin olası sonuçlarına işaret etmekte. Seminerde, bu konulara değinirken Grigoriadis’in şu sözleri özellikle dikkat çekti:
“Trump bir semptom. Ciddi siyasi ve sosyal sorunlarda başarısızlığın yarattığı boşluğun ortaya çıkardığı bir semptom.”
Bu durumu bir semptom olarak nitelendiren Grigoriadis, Trump’ın neden olduğu paradoksların dünya genelindeki kurumları tehdit ettiğini ve küresel düzeni belirsiz bir döneme sürüklediğini vurguladı. Vergi savaşlarının olasılığının giderek arttığı bu dönemde, uluslararası aktörlerin daha etkin önlemler almasının gerekliliği ise bu bağlamda ortaya çıkmakta. Artık karşımızda, sadece halk desteğini almakla kalmamış, aynı zamanda politik sahnedeki çıraklık dönemini geride bırakmış güçlü bir Trump var: Ve onun duruşu, uluslarası ilişkilerde büyük bir değişim yaratma potansiyeli taşıyor.
Şirket Egemenliği Altında Bir ABD
Tartışmaya katkıda bulunan Ersel Aydınlı ise, ABD seçimlerini Türkiye’deki seçimlerle paralel bir bağlamda değerlendirirken, ABD’nin “şirket egemenliği altında” bir ülke olduğunun altını çizdi. Bu durum, ABD’nin önceliklerini belirleyen ana unsurun büyük şirketler ve ticari çıkarlar olduğu anlamına geliyor. ABD’deki politikaların bütük ölçüde kurumsal çıkarlar doğrultusunda şeklliendiği gibi bu çıkaların her zaman kazanma eğiliminde olduğunu da vurguladı. Aydınlı’ya göre, Demokratların popülist bir lider çıkaramamasının en büyük sebebi de bu ticari çıkarlar altında ezilmesi ve demokrat partinin kapitalist sistemin sürekliliğini sağlayan kökleşmiş liberalizme teslim olması. Belirttiği gibi, geçmişte işçi sınıfının partisi olarak bilinen bu partinin, bugün elit kesim ve “woke” kültürle özdeşleşmesi, Demokratların halk nezdindeki belirsizliğini artırırken sağ popülizmi benimseyen partilerin güçlenmesine olanak tanımakta: Halk, kaotik belirsizlik yerine netliği ve güçlü bir lideri tercih ediyor.
Beyaz Saray ve Dış Politika
Trump’ın halk nezdindeki bu güçlü lider algısını, Özgür Özdamar daha detaylı bir şekilde ele aldı. “Trump’ın karakteristik özelliklerinden biri, tahmin edilmesi zor ve müdahaleci huylardan uzak bir yönetim anlayışına sahip olması.” diye söze başladı. ”Trump, Orta Doğu gibi bölgelere gereksiz bir efor harcamak yerine, oradaki müdahaleleri minimumda tutmayı tercih etmekte. Ticaret yanlısı yaklaşımı ise, liberal mücadele ve dış politika ilkeleriyle tamamen çelişmekte.”
Özdamar’a göre, Trump’ın yönetimi, dış politikada kurumları zayıflatabilecek bir potansiyele sahip ve bu durum, Amerikan dış politikasının artık Beyaz Saray sınırları içinde şekillendirileceğini işaret ediyor. Özdamar, Trump’ın geçmişte şahsına açılmış davalarda aktif olan Amerikan istihbaratına olan güvenini kaybetmesi ve bunun sonucu olarak dış politikadaki kararların doğrudan Beyaz Saray’dan alınması ihtimalinin yüksek olduğunu belirtti.
Trump döneminin dış politika üzerindeki etkilerini, Özdamar üç ana başlıkta özetledi: minimal iş birliği, hukukun üstünlüğüne azalan saygı ve çoğulculuk karşıtlığı.
Trump’ın Dalgaları
Seçkin Köstem, sözü alarak bu değişimin, dünya genelinde küreselciler ve çoğulculuk karşıtı izolasyonistlerin karşı karşıya geldiği bir dönemi işaret etmekte olduğuna değindi. Ticaret savaşlarının yükselme ihtimalinin yanı sıra, Demokrat Parti’nin ekonomiyi toparlasalar bile yararına kullanamayışları sağ popülizmin yükselmesine zemin hazırlamakta. Bu durum, küresel ilişkilerdeki belirsizliği artırırken, aynı zamanda ticaret savaşlarının olasılığını güçlendiriyor.
Son olarak, Köstem, bu seçim sonuçlarının ikili ilişkilerde 1930’ları andıran bir kapanma dönemine işaret etmekte olduğunu açıkladı. Bu sürecin 10-15 yıllık bir dönemden kaynaklandığını belirterek Biden’ın “Trump’ın yarattığı dalgaların üzerinde sörf” yaptığını ifade etti. Biden’ın sanayi politikasının seçmene iyi iletilememesi ve liberal düzende görülen gerileme, çok taraflılığın eksikliğiyle birleşerek ticaret savaşlarının körüklenmesine ve “Pandora’nın kutusunun” açılmasına sebep oluyor. Biden’ın bu süreçteki rolü ise, bahsettiği dalgaları kontrol etmektense bu dalgalara bir ayak uydurma çabası gibi gözüküyor. Köstem’e göre, küresel normlara meydan okuyan bir dönemin yaklaşmakta olduğu gözlemlenirken, yenilenebilir enerji gibi alternatif kaynakların bir kenara bırakılması ve fosil yakıtların ABD tarafından yeniden ön plana çıkarılması olasılığı da giderek artmakta. Bu güçlü lider modelinin yaratacağı difüzyon etkisinin getirecekleri sadece Amerikan vatandaşlarını değil, tüm dünyayı bir endişe durumunda bırakıyor.
Dünyayı Ne Bekliyor?
Gelecekte bizi bekleyen, küresel ölçekte belirsizlik ve kutuplaşmanın derinleşeceği bir dönem gibi duruyor. Soru cevap kısmıyla sonuçlandırılan seminerde, kapanış olarak bu noktalara değiniliyor: Trump’ın yükselişi ve sağ popülist akımların dünya genelinde ve batıda güç kazanması, otoriterleşme ve ticaret savaşlarının artacağı bir ortam yarattı. Küresel liderlik ve işbirliği zorlaşırken, ulusalcı politikaların etkisiyle daha bölgesel ve izole bir dünya düzeni oluşabilir. Bu süreç, yalnızca Amerikan halkını değil, tüm uluslararası ilişkilerdeki denklemleri etkileyecek ve global normlara meydan okuyan bir dönemi başlatacaktır.
Bu çalkantılı dönemde diplomatik stratejilerin ve uluslararası işbirliklerinin giderek daha karmaşık ve belirsiz bir hale geldiğini ifade eden, ancak uluslararası düzenin değişime her an açık olduğunu belirterek umutsuzluğa kapılmanın erken olduğuna dikkat çeken değerli öğretim üyelerimize bir kez daha teşekkür ediyoruz. ABD seçimleri gibi önemli bir konuyu ele almak üzere öğrencilerle bir araya geldikleri için minnettarlığımızı sunarız.