Sessizce düşünüyorum. Yanımda oturanları düşünüyorum. Beni neden davet ettiler? Eminim konuşmalarına kulak misafirliği etmem değildi istedikleri. Stephen Chbosky’nin Saksı Olmanın Faydaları kitabından esinlenerek çekilmiş aynı isimli filmde yer alan Charlie karakterinin varlığı -Charlie, hayata katılmamak için düşünmeyi bir savunma mekanizması olarak kullanıyordu- beni bu konuda daha da çok düşünmeye itti. Şu an bile ortama katılmak, orada bir yeri kendime benimsemek yerine istemsizce gerçekleştirdiğim kendimi soyutlama eyleminin korkaklığımdan kaynaklandığını düşünmeye başladım. Kendime güvensizliğimden ya da acizliğimden. Kimilerinin kişinin kendine yapabileceği en büyük kötülük olarak adlandırdığı şeyi -kendini ortamdan izole edip zihnin içinde boğulmayı- biraz irdelemek isterim.

Arkadaşlarımın bana en derin sırlarını paylaşacak kadar güvenmelerinin sebebi ne? Onları kimseyle paylaşmayacağımdan nasıl emin olabiliyorlar? Ne kadar kötü insanlar olabileceklerini bilmem, onlara rahatsızlık vermiyor mu? Mesela en yakın dostum sevdiğini aldattığını söylediğinde, neden yaptığının yanlış olduğunu söylemek yerine sadece bunu düşünmekle yetindim? Bunu paylaştığı tek kişi olmamın sebebi de belki de buydu. Aslında eminim, onun hakkında ne düşündüğümün önemi olmaması değil de kendini rahatsız edeni paylaştığında gelen rahatlık hissini aramasıydı sebep. Sadece alacağı tepkiden korkuyor. Bu açıdan bakınca, böyle bir şeyi bana söylemekte haklı aslında. Ne de olsa, hiçbir şeye karşı tepki göstermiyorum doğru düzgün. Düşüncelerimi düşünüyorum ve orada kalıyorlar. Bu kendi acizliğimin bir sonucu mu diye sorguluyorum bazen. Çevreyi gözlemleyip eleştirmek karakterimi ortaya koymaktan korktuğumdan mı kaynaklanıyor? Asıl sormam gereken soru şu sanırım: Ben de bir “saksı” mıyım?

Kusurlarla güzelliğin birleşimidir insaniyet. Bu da apayrı bir güzellik ortaya çıkarır. Yani aslında insan insandır. Kusurları, yanlışları vardır. Buna rağmen kendini kabul ettirilebilir. Filmde “saksı” olarak bahsedilen kişiler bunu görmekten acizdir. Kendi karakterindeki kusurlara o kadar yoğunlaşmışlardır ki ona olan güvenlerini tamamen yitirmişlerdir. Düşünce zindanında kaybolmuşlardır kendini yeterli görmeyen kişiler. Buna sebep olan korkaklığın kaynağı da insanın kendini aciz görmesidir. Diğerlerinden benliğini mahrum bırakmış olur böylece. İnsanlığa yeni bağlarla yeni bir renklilik katabilecek iken hem kendini hem diğer insanları kendi yarattığı acizlikle prangaya vurmuş olur. Kendilerinin aksiyon alabileceğine, alsalar dahi bunun bir getirisi olacağına inanmıyorlar. Farkında bile değillerdir durumun. Sadece düşüncelerle bir şey ortaya koyulabileceğini düşünüyorlar.

Felsefi açıdan ise, kişilerin hayatta içgüdüsel olarak bir orijine ihtiyaç duyduklarını söyleyebiliriz. Aslında güven kavramı, insanların kendilerine olan inançlarını ve hayatta karşılaşacakları durumlarla başa çıkma kapasitelerini belirleyen önemli bir faktördür. İnsanların bir orijine ihtiyaç duymaları da güven ihtiyacından kaynaklanır. Ancak bazı düşünürler o kadar uç noktalara giderler ki bir noktada kendi orijinlerini kaybetmeye başlarlar. Bunun sebebi ise kendi yaşadıkları hayatta kendileri olarak var olabileceklerine inanmamalarından gelir. Kendilerini bir orijine bağlamak yerine, kendi varoluşlarını sorgularlar ve bu sorgulama onları uç noktalara taşır. Bu duruma örnek oluşturabilecek kimi filozoflar vardır. Sartre’a göre, insanlar kendi hayatlarının anlamını ve yönünü kendileri belirlemeli ve kendi öznel varoluş deneyimlerini yaratmalıdırlar. Martin Heidegger ise, insanların varoluşlarının temelinde kaygı olduğunu ve bu kaygının insanları kendi öznel varoluşlarına doğru ittiğini savunur. Ancak Heidegger, insanların bu öznel varoluş deneyimlerine sıkışıp kalmalarının tehlikeli olduğunu savunur. Ona göre, insanlar özgürlüklerini ve varoluşlarını korumak için bir çeşit “varoluşsal güvene” ihtiyaç duyarlar. Bu güven duygusu, insanların kendi kimliklerini ve özlerini koruyarak öznel varoluş deneyimlerini yönetmelerine yardımcı olur.

Bazı şeylerin ön kabulü, yani a priorisi olması lazım ki hayatı bir bütün olarak yaşamak mümkün olsun. Evrenin varlığı probleminin, hayatın anlamı sorununun üstüne düşmek kişinin yaşaması gereken önündeki hayatı görmesinden alıkoyar. Ya da en basitinden, beynin bir işleve sahip olduğunu ve onun kişiye gösterdiklerinin gerçek olduğu ön kabulünü kişinin benimsemesi gerekir ki anda kalabilsin. Ne de olsa hayatı bütünüyle yaşamak için adım atmak zorundadır kişi. Sosyal bir varlık olduğundan ötürü bazı şeyleri dengeleyerek güç kazanır. Öbür türlü kendi içine çırpınır durur. Uzun süre bu şekilde yaşayarak kendime de yazık ettiğimi fark ettim. Yalnız olmadığım bir ortamda kendimi yalnız bıraktığımda aklımdan geçenler kadar hiçbir şey yıpratmıyordu beni. Bu filmin bana kattığı çoğu şeyden biri de bunu bana fark ettirmesi oldu.

Kendi zaaflarımı kabul ettiğimde ve onlarla yüzleştiğimde kazandığım farkındalığı hiçbir şeye değişmem. Bu farkındalık da insanlığımızın bir parçası sonuçta. Onun sayesinde kendimi bu akli durumdan koparabildim. Hayata katılmayı ancak ve ancak bu şekilde başarabildim.

Kaynakça:

Chbosky, Stephen. Saksı Olmanın Faydaları. Çev. İlke Türkbayrak. İthaki Yayınları, 2012.

Heidegger, Martin. Being and Time. Translated by Joan Stambaugh, revised by Dennis J. Schmidt, SUNY Press, 2010.

Leave a Reply