Sevgili okuyucu, aslında bu yazıya başlarken Hasan Ali Toptaş’ın Harfler ve Notalar adlı denemeleri üzerine bir şeyler yazmaktı niyetim. Ama kitabın içinde geçen “Bir virgül için ölünen bir dünya düşlüyorum” cümlesiyle başlayan bir hikâyenin ortasında buldum kendimi ve her şey değişti. Kelimeler anlamını şaşırdı, duygular birbirine karıştı. Hasan Ali Toptaş̧’ın cümlelerinin peşine takılmış süzülüyordum. Kelimeleri es geçmeden yavaş̧ yavaş göz gezdiriyordum her birine. Kâh Hasan Ali Toptaş’la beraber yavaşlığın keyfini çıkarıyor, kâh geçmişin aylakları nereye gitti diye söyleniyordum. Oradan oraya koşturan çağımız insanlarının bir yerlere yetişirken neleri kaçırdıklarını düşünüp üzülüyordum bir de. Bazense yavaşlığın kıyısında yaşam düşleri kuruyordum. Hikâye bittiğindeyse düşünüyordum. Her biri bir cümle ağırlığındaki kelimeler üzerine düşünüyordum. Hiç yavaşlamayacakmış gibi duran süratli yaşamlarımız üzerine düşünüyordum.
Hayatımız bir hız treninden ibaret olmuş sanki. Geçmişin aylakları burnumuzda tütüyor ama anın tadını çıkaracak bir an bile bulamıyoruz. Sürekli koşuyoruz nereye varacağımızı bilmeden. Hayalini kurduğumuz tek şey bir an durup nefes almak olmuş adeta. Yavaşlığa övgülerle dolu diyaloglar, yavaş şehirler, yavaşlık, yavaş, yavaş… Sürekli hızlanmak için uğraşıyor ama yavaşlamayı arzuluyoruz. Bizi oradan oraya savuran hızlı yaşamlarımızı bizden alsalar dünden razıyız sanki. Belki de biz de bir virgül için ölünen bir dünya düşlemeye başladık. Bir virgül için ölmenin ne demek olduğunu anlamaya ayrılmış vakitlerin olduğu bir dünya… Her şeyin soluk soluğa, harıl harıl ve vızır vızır olmadığı bir dünya… Oysa o kadar uzaklaşmışız ki o dünyadan, neye benzediğini bile hatırlayamıyoruz. Yavaşlığın kelimelerle anlatılamayan o keyfini anımsamayalı ne uzun vakit olmuş. Bazen bir kitap, yazarın dilinden dökülen bir cümle hatırlatıyor bize bu keyfi ama çok geçmeden yine unutuyoruz.
Bizi yavaşlatmak için her fırsatta karşımıza çıkıp tüm gücüyle savaşan, tenimize dokunup ruhlarımızı okşayan rüzgârları ustaca bir hamleyle alt edip yine devam ediyoruz koşmaya. Fısıldayacaklarını duymak için bir fırsat bile vermiyoruz. Neden? Koşmamız lazım değil mi? Yetişmemiz lazım. Uçaklar kaçmasın, günler uçmasın. Trenlerin yüzüne bile bakmaz olmuşuz. Trenler hikâyeler yüklenip gelmiş dumanını tüttüre tüttüre, bizden yüz bulamayıp gitmiş sonra dönüşü olmayan yerlere. Oysa o nostaljik tren seslerinin eşlik ettiği güzel yaşamlarımız vardı bizim. Dinginliğiyle gelen yavaş yaşamlarımız… Çok daha sahici, çok daha masum… İlk önce onlardan vazgeçtik bu yolculukta. Zaten yavaş olan, bizi yavaşlatan her şeyden vazgeçtik. Durup ince şeyleri düşünmekten vazgeçtik mesela. Ne sabrımız ne de vaktimiz vardı. Bir insanın gözlerine uzun uzun gülümseyerek bakmaktan vazgeçtik. Postacıların sırtında sokakları arşınlayan mektuplardan vazgeçtik. Tren seslerinin yerine, bir yere yetişiyorum diye bağıran klakson seslerimiz vardı artık. Geçebilir miyim diye haykırışlarımız vardı. En güzel buluşmalara, en keyifli sohbetlere gebe sofralarımızı bizden koparan, ağzımıza tıkıştırdığımız poğaçalarımız vardı. Bu koşuşturmacanın içinde aklımızın köşelerine teğet dahi geçmiyordu biz bu dünyaya niye geldik sorusu.
Uçakları, günleri, ayları, zamanı yakalamak için gelmiş olabilir miydik gerçekten? Ruhunun kıvrımlarında, aklının derinliklerinde akıl almaz güzellikler ihtiva eden insanoğlunun tek yazgısı yakalamak olur muydu hiç? Olmazdı. Olamazdı. Kendimizi modern zamanın efsane koşucuları sanırken zamanın kölesi haline gelmiş olamazdık. Kendi arzularımızın değil, zamanın dayattığı arzuların peşinde koşuyor olamazdık. Bal gibi olmuştuk işte. Çayları demini almadan içmek niyeydi? Yerleşmeden göçmek, çözülmeden donmak, nefes almadan vermek niye? O güneşin gökyüzünden selam ettiği pek neşeli bahar günlerinde rüzgârın fısıldadıklarını es geçip içimizdeki kışlara koşmak niye? Olmak istediğin yer yanı başındayken olmak istemediğin yerlere yetişmeye çalışmak niye? İşte zamanın kölesi olmuştuk. Oysa usul usul demlenmiş bir çay tatlı muhabbetlerin yoldaşı olmak için vardı, bir yudumda hüpletilmek için değil. Bir rüzgâr, sana bir şeyler fısıldadı mı peşine takılıp onunla göklere süzülmekti güzel olan, onunla savaşmak değil. Bu yüzden koşmayı değil yürümeyi öğrenebilmeli insan. Lokmalarını tadına vararak çiğneyebilmeli, ektiği domateslerin yeşilden kızıla dönmesini aylarca bekleyip bu devinimden zevk alabilmeli mesela. İnsan, akreple yelkovanın elinde oradan oraya savrulmak yerine onlarla dans etmeyi öğrenmeli. Hız dediğimiz şey ruhlarımızı ele geçirmeden yapmalı bunu. Çünkü sindire sindire yaşayarak çıkar bu hayatın tadı, onu teğet geçerek değil. Ruhlarımızın bizi yakalayabilmesi için biraz yavaşlamaya ne dersin?