[quote]”İnneddine indallahil İslâm”
Şüphesiz Allah nezdinde o (gerçek ve makbul din) İslam’dır.
Âli-İmran/19[/quote]
Din eksenli siyasal tartışmaların dört bir yanımızı kuşattığı bu günlerde söze başlamadan evvel hatırlanması gereken en değerli cümle bu olsa gerek. Hatta ve hatta bir besmeleymişçesine dilimize dolamak, bir adımdan ötekine geçerken yahut iki nefes arasında bir tekrarlamak gerek. Üzerine düşünüp tefekkür etmek, sözcükleri hecelerin harflerin arasını kılı kırk yararcasına inceleyip benimsemek gerek. Tekrar tekrar okuyup tekrar tekrar heyecanlanmak ve tekrar tekrar bu ipe sarılıp bu dünyamızı ve ahiretimizi kurtarmak gerek.
Neden mi? Hatırlatalım.
Bu ülkede Kur’an elde, miting meydanlarında oy istendi.
Bu ülkede birini aşağılamak için adının önüne dini, mezhebi konulup dinleyenlerden af dilendi.
Kişinin dini veya mezhebi genelgeçer ise Fatiha bilmemekle suçlandı.
Bu ülkede dindar olma şartı oy verilen partilerle sağlanmaya başlandı.
Bu ülkede gelecekleri için çabalayan gençlerle dolu dershanelerde öğrenciler köşeye çekilip kendilerinin ve ailelerinin hangi partiye oy verdiği sorgulandı.
Bu ülkede dili Allah ve kelâmını söyleyenler bir gece sabaha kadar 250’den fazla insanı katletti. Demek ki hak olan dilin değil kalbin Hakkı söylemesiydi.
Bu ülkede insanların uğruna canını vermeyi mükafat olarak gördüğü İslâm, yıllardır birileri tarafından dünyevi bazı şeylere ulaşma yolunda araçsallaştırıldı. Halbuki O, en mükemmel olandı ve en başa konulup ona ulaşılmaya çalışılmalıydı. Bunu yapamamayı gururlarına yediremeyenlerse kıyısından bucağından kesip kırptıkları dinlerinin önüne çeşitli sıfatlar koyarak teselli bulmaya çalışanların ta kendileriydi. Bir başka deyişle “Ilımlı Müslümanlar, Siyasal Müslümanlar, Antikapitalist Müslümanlar”… Oysa İslâm birdi ve bu ayetle sabitti, inanmıştık ve iman etmiştik. İman edenleri bu sıfatlarla bölen asıl mesele neydi?
[pullquote_left]Oysa İslâm birdi ve bu ayetle sabitti, inanmıştık ve iman etmiştik.[/pullquote_left] Bu meselenin aslını araştırmadan önce günümüzde bu bölünmüşlüğün en muazzam örneğini sergileyen öznelere değinmenin konuyu somutlaştıracağı ve dolayısıyla anlaşılabilir kılacağı kanaatindeyim. 15 Temmuz darbe girişimini gerçekleştiren ve 17-25 Aralık 2013’ten sonra “Hizmet Hareketi’nden “Paralel Devlet Yapılanması(PDY)”na ve hatta “Fethullahçı Terör Örgütü(FETÖ)”ne evrilen ve halk arasında “cemaat” olarak bilinen bu grup birkaç sene evveline kadar ılımlı İslam’ın temsilcisi ve tebliğcisi konumundaydı. Yıllarca himmet adı altında Allah kelâmı ile insanların iyi niyetleri sömürüldü. Devlet içerisine, kargaların bile gülmeyip üzerine düşüneceği miktarda sızıldı. Uzun vadeli, hırs temelli ve güç odaklı planlar yapıldı. Müslümanlıklarının başına da ılıman bir sıfat bulundu mu tüm planlar dünyaya pazarlanmaya hazır olmuştu. Onlara bütün kapıları açacak olan ve aslında onlardan pek çok şey götürecek olan da işte bu sevimli sıfatlarıydı.
Bugünden on yıllar önce İstanbul Üniversitesi kapısına asılan bir afişte yazılan “Muhammed’in P… Giremez!” cümlesinin önünden başını çevirip gitmekti ılımlılık,
1997 senesinde, henüz Türkiye Post-modern darbenin etkisi altındayken, “Kadının başını örtmesi meselesi bir iman meselesi değildir, füruata ait meselelerdir.” Şeklinde açıklamalar yapmaktı,
Televizyon kanallarında yayınlanan sohbetlerde “Hoca” sıfatıyla beddualar dizmekti peşisıra,
Batı’nın ılımlı müslümanlara ihtiyacının olduğu muhtemel dönemlerde Batı’nın hizmetinde olmaktı,
“Dinler Arası Diyalog” adı verilen ve dinlerin birleştirilmesine kadar götürülen bir zırvanın arkasına sığınıp doğruyu eğip bükerek eğrinin gönlünü yapmaya çalışmaktı ılımlılık ve hiç şüphe yok ki bu sevimli sıfatın bedeli tüm cemaat mensupları için ağır oldu. Batı’nın kapıları sonuna kadar açılırken bedel ödemeyen o kapılara yaklaşamıyordu. Ödenen her bedelse insanlardan bir şeyler götürmeye yemin etmişti.
Hâl böyleyken bunca yıl insanlar neden bedel ödemek için birbirleri ile yarışıyorlardı? Bunun cevabını bahsettiğimiz konumda olmadan vermesi oldukça zor. Ancak bahsi geçen grup içerisindeki sonsuz güven ve bağlılığı belki muhtemel cevaplar arasında bulundurabiliriz. Muhtemel cevaplar diyorum çünkü geçtiğimiz ay ünlü basketbolcu Enes (Kanter) Gülen tarafından yapılan ve mevzuya uygun bir örnek olacağını düşündüğüm açıklama bana bu çıkarımları yaptırıyor. İşte Enes (Kanter) Gülen’in açıklamasından seçilmiş ve ılımlılığın(!), bağlılığın, güvenin bedellerini gözler önüne seren birkaç cümle:
“Hocaefendi yolunda anam, babam, kardeşlerim, tüm sülalem feda olsun.”
“Hizmet yolunda cennetim feda olsun, cehennemlere güler geçerim. Canım Hocamın sevgisi ana, baba, kardeş bütün sevgilerin üzerindedir.”
“Anam babam sana feda olsun, hizmet yolunda feda olsun, bu dava uğrunda feda olsun.”
Uğruna anne babanın feda edileceği tek zat olan Hz. Muhammed “Allah’ın rızası, anne babanın rızasındadır. Allah’ın öfkesi de anne babanın öfkesindedir.”(Tirmizi, Birr, 3.) buyuruyorken bu ne büyük bir bedeldir ki rızasına en çok muhtaç olunan kişilere sırtını dönmeyi gerektirdi. Birliğine iman ettiğimiz İslâm’ı böylesine farklı çizgilere çekildiğini dünya gözlerimize gösterdi. Ve bu ne büyük bir bedeldir ki Allah rızasına giden köprüyü yerle bir etti.
Şimdi tüm bu misalleri karşımıza alıp sorumuzu tekrarlayalım.
“İman edenleri bu sıfatlarla bölen asıl mesele neydi?”
İnandığımız ve iman ettiğimiz kitabın her parçası, her cümlesi, her kelimesi, her hecesi ve her harfi bir bütünü tamamlar. İslâm birdir ve bir bütündür. Kesip kırptıklarımız, cahilce yorumlarımız, ekleyip sıkıştırdıklarımız, çıkartıp unuttuklarımız ve daha niceleri birer kelimeye sığmış ve fütursuzca “Müslüman” sıfatının önüne getirilmeye başlanmıştır. İman edenleri bölen işte bunlardan başkası değildir. İslâm’ın mükemmelliği, O’nun bir hedef, bir amaç olarak benimsenmesini gerektirirken O’nu ucuz ve dünyevi hırslarına ulaşma yolunda araç edinenlerin sonu ise ne yazık ki o mükemmellikten nasibini alamamak olacaktır.
Allah cümlemizi af buyursun.
Amin.