Aslına bakarsanız Ankaralı olduğu için şikâyet edenlerden değilim. Severim aksine Yenişehir’in kalabalığına karışmayı. Ha bu arada Yenişehir demişken, annemden kalma bir alışkanlık bu. Eski toprak olduğundan Ankara demek yabancı gelir ona. Boş zamanlarında ise Kızılay’daki Piknik’i, plakçıları, mağazaları anlatır durur.
Sevgi Soysal’ın kaleme aldığı “Yenişehir’de bir Öğle Vakti” adlı eser, baş ucumun vazgeçilmezleri arasında yer alır. Kitabı her elime alışım, aynı zamanda annemin anlattıklarının gözlerimin önünde canlanmasıdır. Bu nedenledir ki benim için hiçbir karakter kurgu değil, aksine etten kemiktendir. Ve bu nedenledir ki her merkeze inişim benim için ayrı bir heyecandır; onlardan biriyle karşılaşmayı sabırsızlıkla beklediğimdendir…
İşte bu toplumsal gerçekçi roman, 70’li yılların Ankarasının insan portrelerini, ilişkilerini ve içinde bulunulan kriz durumunu, farklı sosyo-ekonomik düzeylere sahip karakterler aracılığıyla ele alır. Roman, birbirini izleyen ama aralarında konusal bağlantı olmayan öyküler zincirinden oluşur. Kızılay semtinde, sıradan bir öğle vaktinde yaşananlar anlatılır. Bu romanında Soysal, odağına hem imge hem de bir politik kod niteliği taşıyan kavak ağacını yerleştirmiş, etrafını da toplumun farklı kesimlerindeki insan portreleriyle süslemiştir.
Roman, kavak ağacının Mevlüt isimli bir apartman kapıcısının üzerine düşmesiyle sonlanır. Ancak karakterlerle arama girdiği bahanesiyle zihnim, kavağı sadece Yenişehir’de değil; kendi adalet sarayında da idam cezasına çarptırmıştır. Benliğimin kavak ağacının, en az Mevlüt kadar masum olduğunun farkına varması ise bir hayli zaman almıştır. Lakin eserin önemli imgesi, okurun gözünde “katil” imajıyla etiketlenmiştir. Çünkü kavak ağacına eser boyunca hiçbir zaman söz hakkı tanınmamıştır.
Bu yüzden benim için anlamlı olduklarını düşündüğüm tıpkı benim gibi bir hukuk fakültesi öğrencisi olan ve bu nedenle kendime yakın hissettiğim Ali’nin ve kapıcı Mevlüt’ün bana çağrıştırdıklarını ve kavağın kendi varoluş hikâyesini, onun gözünden sözcüklere dökmek istiyorum;
“Ben Yenişehir’de yaşlı bir kavak ağacıyım. Her öğlen çürümüş köklerim, upuzun gövdemi rüzgârın esintisiyle bir sağa bir sola sallarken, ben de batının ve kapitalist rejimin boyunduruğu altına girmiş halkımı gözlerim.
Yenişehir’in öğle vakitlerini bilmezsiniz siz tabi. Zengini, fakiri, proleteri, kenteri, burjuvası hepsi Kızılay’da toplanır. Kalabalığın akışını ve insanların sınıf ayrımı gözetmeksizin aynı çatı altında, yani Piknik’te, toplanıp yemek yediğini izlemek ise ayrı keyif verir bana.
Az ileride Ali ilişiyor gözlerime. Bana soracak olursanız Ali, herkesin olmak isteyeceği “ideal” kişi. Tam bir masal karakteri anlayacağınız. Niye böyle diyorum diye sorarsanız, bunun sebebinin Ali’nin çok okuyan, çok bilen, devrimci, örnek bir karakter olarak yansıtılması olduğunu söylerim. Ancak bizim oğlanın yine de devrim yapacak gücü yok. Ali’nin topluma karşı koyacak yeterli güce sahip olmadığını da yazarın “Güçlü, hareketli bir vücudu vardır ancak zayıf ve kemiklidir (Soysal 136)” sözüyle ifade ettiğini düşünüyorum.
Mevlüt’ün ölümüne, neden kendi ölümümden daha çok etkilendiğim ise bir merak konusu. Üstüne devrilmem bir yana, kendini acındıracak kadar bahsi yapılan bir karakter bile olmaması işin ilginçliğini biraz daha arttırıyor. Ancak bir süre sonra Mevlüt’ün neyi çağrıştırdığını anımsıyorum. Bu tam olarak bana, sekiz kişilik bir kreş grubunda oyuna katılmayan, fakat sönük ve silik bir tip olduğu için acımadığınız küçük, yarı-sevimli bir çocuğu anımsatıyor. İçinizden oyuna dahil etmek bile gelmiyor ancak ‘adalet’ kavramı peşinizi bırakmıyor ve durumdan ister istemez etkileniyorsunuz…”
Derken bir bakmışım merkeze gelmişiz annemle. Sağa bakıyorum, sola bakıyorum. Ortada ne Piknik var, ne kavak ağacı, ne de Mevlüt. Bu sefer Yenişehir’i hayal ediyor ve bir restoranda; Ankara’da bir öğle vaktinde; buz gibi bir su içiyorum…