Kaybedenler Kulübü, her zaman bohem, bunalımlı ve derin duyguları anlatan bir film oldu. “Kaybedenler Kulübü Yolda” da bu duygunun ve filmin içindeki garip felsefenin bir parçasıydı. İlk film her izlendiğinde, kazanmak ve kaybetmek üzerine fikirlerin yenilendiği hissedilir. Çünkü ilk film kazanmak ve kaybetmek gibi iki zıt kavramın insan için kalıplaşmış görüntüsünün aslında ne büyük bir aldatmaca olduğunu çok güzel anlatıyordu.

Ne zaman hayatın içinde, o yarışın ve koşturmacanın bir parçası olsak, her zaman kazanmaya giden yoldaki süreç bizim için ıstırap dolu gelişiyor çünkü. Uykusuz geceler, onca stres… İyi bir işe ya da notlara sahip olmak için çok çalışmalıyız, güzel bir fizik için aç kalmalıyız, en güzelini elde etmeye giden tüm yollar bir şekilde acıdan geçmek zorunda. Ancak bu acılı, ıstıraplı dönemin sonunda zafer duygusunun bir anlıklığına çok somut bir şekilde değiniyordu ilk film. Hele hele o zafer, yeni bir hedefi engelleyecek kadar üst bir noktadaysa yada yeni hedeflere ulaşmanın hazzını yok edecek kadar büyükse, o zaman bu daha büyük bir tehlike. Çünkü o zaman, kaybeden oluyoruz. Ve ne zaman hayata, o akışa kendimizi kaptırsak hep bir şeyler başarma arzusu içimizi sarıyor ve bunu unutuyoruz.

Bu yüzden ilk filmin zaman zaman izlenmesi; derin bir uykunun içinde rüyadan rüyaya koştuğun bir gecede tüm varlığını rüyalar üzerine kurduğun ve o rüyalardan başka bir hayatının olduğunu unuttuğun anda, birden uyandığın o an gibi. Bir an sonra hayatına döneceksin nasıl olsa ve tüm o koşuşturmaca, tüm o rüya sana kazanmak ve kaybetmenin aslında birbirinin zıttı değil de birbirinin içine geçmiş iki kavram olduğunu unutturacak. Ama bir an, o uyanış anında bunun farkına varmak, rüyayı biraz daha az ciddiye alabilmek insanı dinç tutuyor. Çünkü aksi haldeki stres yiyor bitiriyor malum.

İlk film kazanmak ve kaybetmek üzerine çok derin bir işleyiş, felsefe ve psikoloji içeriyordu, evet. Ancak bitmiş bir şiir, bitmiş bir kitap gibiydi. İlk filmin konusuna dair herhangi bir eklenti, sadece ikinci filmi kötü yapmakla kalmaz ilk filmi de rezil ederdi. O yüzden bu filme ne beklediğini bilmeyerek gitmek de çok doğal. Ama işte… Galiba bu filmin ruhunu ince ince dokuyanlar bunu bizden daha çok dert ettikleri için korkusuzca, cesaretle gidilesi bir film. Çünkü bir film yapmaktan çok, bir duyguyu anlatmak ve hissettirmek olunca filmi yapanlardaki gaye, kaçırmamak istersin.

Kaybedenler Kulübü Yolda, kazananların ya da kaybedenlerin değil, zaman zaman kaybedenlerin hikayesini anlatıyor. Ve aslında en doğalı bu galiba. Herkes zaman zaman kaybeder ve kazanmayı anlamlı kılan da budur, tekrar kazanmayı mümkün kılan da.

Kazananlar, kazanmayı alışkanlık haline getirenler, mükemmeliyetçidir: Risk almayı sevmezler, doğrudan, sağlıklıdan, mantıklıdan şaşmazlar. Kaybedenler, bunlara takılmazlar. Risk alırlar, yarını görmeden yaşarlar… Tabi, kazananlar ve kaybedenleri ayıranlar dışarıdan bakan gözler olunca, onların iç dünyalarında ne kadar kaybettiğini ve ne kadar kazandığını anlamak da mümkün değil. Kazanan aslında kaybeden, kaybedense aslında kazanan olabilir. Ama birinin, birilerinin mutlaka kazandığını bilirsin. Zaman zaman kaybedenlerin… Çünkü ancak onlar dışarıdan hem kazanan hem kaybedeni tatmış olanlardır ve içinde kazanmak her neyse, hepsini yaşamış biri mutlaka bunu da deneyimlemiştir. Bu yüzden filmin yeni karakterini, Sevda’yı çok sevdim. Zaman zaman kaybeden kadını…

Zaman zaman kaybetmek, çok somut bir metaforla dışa vuruluyor filmde. Ve o metaforu yakalarsan, sanırım karakterin tüm dünyasını kavrayıp elinde tutabilmek mümkün. Sevda’yı anlamanın yolu da tek bir sahneden geçiyor. Sevda bir sigara yakıyor ve Kaan soruyor.

Sen sigara içer miydin?”

Bazen.” diyor Sevda. “Canım istediğinde.”

Bazen, diyor yani; zaman zaman kaybedenim. Sonra tüm hareketleri, tüm varlığı anlam buluyor karakterin. Aynı anda kazanmaya da, kaybetmeye de cesaret gösterişi aslında onu standart bir çizgiden ayırıp çok boyutlu yapıyor. Sonra belki kaybettiğinde kazanıyor, belki de kazandığında bu gerçek bir zafer oluyor, bilinmez ama kesin bir şey varsa o da Sevda’nın en azından bir defa kazananlardan olduğu.

Filmin içindeki bir diğer güçlü duygu da, başaramamak sanırım. Hayatta bir şey istemek ve onu almak, bu süreçte çaba sarf etmek çok doğalken, insan doğasının bir parçası olan değer vermek duygusunu başarmak isteyen ama başaramayan bir adamın hikayesini anlatıyor Mete’nin hikayesi. Ve yine çok somut, hayranlık uyandırıcı bir metafor kullanıyor.

“Kitaplıkta iki kitap seçti ve elindeki kitabı o iki kitabın arasına bıraktı. O gece kalmadı. O gittikten sonra bıraktığı kitabı çok aradım. Ama bulamadım.”

Aslında değer vermek istemiş ama her şeyin geçip gitmesine izin vermiş, değer vermemek alışkanlığı edindiği için değer vermeyi beceremeyen bir adamın yıkılışını anlatan birkaç cümle sadece. Ama işte, değer vermemek de bir alışkanlık olunca, hayatta her şeyin akıp geçip gitmesine alışınca, engel olmak zamanla imkansız bir hal almıyor mu?

Filme ait son felsefe ve son duyguyu da Kaan temsil ediyor: “Çünkü ancak en masum olduğu anda vurabilirsiniz bir erkeği.” Ve bunu daha basit, daha karmaşık, daha süslü ya da daha sade anlatacak hiçbir cümle yok.

Bir filmde akıp giden bir dinamizmden çok, filmde durum anlatısını seviyorsanız, ilk filmi açıp açıp izliyorsanız çok bekletmeyin kaybedenler kulübünü. Çünkü bu film; o derin rüyadan zaman zaman uyanmak, zaman zaman o rüyaya kapılıp gitmek ve zaman zaman kazanmak, zaman zaman kaybetmek…

İyi seyirler…

Leave a Reply