Aslında bu yazımı, çok tartışmalı bir konu olan popüler bilim kavramı üzerine inşa etmeyi düşünüyordum. Bir grup insan, popüler bilimi yerin dibine batırırken, bir grupsa aslında faydalı bir uğraş olduğu görüşünde. Ben de bu konu üzerine biraz okuma yapıp kendi köşemde bir iki söz söylemek için yola çıkmıştım. Bu yolda başlangıç, şüphesiz bu işi en iyi yapan kişileri okuyarak ve dinleyerek olmalıydı. En iyi dendiğinde de bilim camiasında 2 isim net bir şekilde diğerlerinden ayrılıyorlar. Carl Sagan ve Richard Feynman… Bu 2 bilim insanı da kariyerleri boyunca, insanlara bilimi sevdirebilmek amacıyla yazılmış, popüler bilim olarak nitelendirilebilecek eserler ortaya koydular. Metodum oldukça basitti. Bu insanların popüler bilim eserlerini takip edip, gerçekten işe yarar eserler mi, yoksa popülerleşmiş bir balon mu olduklarını incelemekti. Bu amaçla başladığım araştırmam beni hiç beklemediğim bir anda bambaşka düşüncelere saptırdı.
Carl Sagan’ın bir fizik bölümü öğrencisi olarak aslında yıllar önce okumuş olmam gereken Kozmos kitabını gecikmiş bir zamanda okudum bu günlerde. Dürüst olmak gerekirse, kitaptan çok az faydalandığımı itiraf etmeliyim. Bu durum popüler bilimin gereksiz olduğunu mu ima ediyordu yoksa benim kitapla ilgili dikkate almadığım bir detay mı vardı? Biraz düşününce bu soruya şöyle bir yanıt verdim. Bu kitap gereksiz değil, sadece belli bir insan grubunu hedefleyerek yazılmış. Okuyucu kitlesi özel olarak hedef alınmış yazılırken. Bu kitap, lise veya orta okul yıllarında bir gencin okuyup, “Aslında fizik güzel bir şeymiş.” diyerek gelecek planlarını fizikçi olma fikrini de değerlendirerek tasarlaması için yazılmış. Hiç şüphesiz Carl Sagan fizik bölümünde son senesine gelmiş olan beni bu kitapla görse biraz yadırgardı. Ben zaten tercihimi yapmışım. Fizik bölümünü bitirmek üzereyim. Öyleyse bu kitabın bana hafif gelmesi çok doğal değil mi?
Bu düşünceler ile kitabın sonuna kadar geldim. Kitaptan faydalanamıyor ama Sagan’ı da anlayış ile karşılıyordum. Fakat kitabın sonunda öyle bir tablo ile karşılaştım ki, yazmak istediğim konu dahil her şeyi değiştirdi. Bilim tarihinin kadim sayfalarında dolaşırken tamamen yok sayılan bir dönem ile karşılaştım. Carl Sagan bilim tarihinin başlangıcı olarak nitelendirdiği (o tarihte başladığı da tartışmalı olan) Thales’den başlayarak, günümüze kadar gelen bir bilim tarihi çizelgesi oluşturmuştu. Beni asıl şaşırtan (ve büyük ölçüde de üzen) çizelgede İskenderiye Kütüphanesinin yakılmasından başlayarak, Leonardo da Vinci’ye kadar uzanan kocaman bir 1000 senelik boşluk vardı. Anlaşılan Sagan’a göre karanlık dönem olarak adlandırdığı bu 1000 sene içerisinde dünya üzerinde hiç kimse bilim yapmamıştı.
Doğrusu bu senaryo her haliyle akılla çelişen bir yorum. Bana kalırsa, dünya üzerinde gerçekten 1000 sene boyunca kimse bilim yapmamış olsaydı, yaşadığımız dünyanın bu durumda olacağından fazlasıyla şüpheliyim. Yine de Sagan’ı suçlamadan önce biraz yavaşlayalım ve aslında nasıl bir mesaj vermeye çalıştığını inceleyelim. Kitabın bir bölümünde Sagan uzun uzun antik Yunan’ın İyonya okulunu anlatıyor. Thales, Anaksimandros, Hipokrat ve Demokritos gibi filozofları içinde bulunduran bu ekol, modern bilimin tohumlarının atıldığı çok kıymetli bir bilimsel yaklaşım olarak tarif ediliyor. İyonya okulunun filozoflarının ilk defa, deney ve gözleme dayalı bilim yaptıklarını ve bu yüzden çok değerli olduklarını anlatıyor. Gerçekten de bu tarifinde tamamen haklı. İyonya okulu, bilim tarihinde çok önemli bir yere sahip, çok kıymetli bir ekoldür. Buna hiç kimsenin itirazı yok sanırım. Fakat tam bu noktadan sonra Sagan ciddi bir hata yapıyor. İyonya okulunun akıl yürütme metoduna bağlı kalmayan bütün felsefi yaklaşımları ya eleştiriyor ya da daha kötüsü yok sayıyor. Bu eleştirilerden lise matematiği görmüş herkesin aşina oldu meşhur matematikçi Pisagor da nasibini alıyor.
Deney olmadan, çelişen varsayımlar arasında bir seçme yapma, başka bir deyişle bilim yapma olanağı yoktur. Pythagoras’çıların (Pisagor) deney aleyhtarı tutumlarının izleri bugüne dek sürmüştür (sayfa 211).
Gerçekten de Pisagor, bilimsel faaliyetlerini deneysel bir metot üzerine kurmamıştı. Daha çok idealar aleminde tanımlanan soyut matematiksel kuramlar geliştirdi. Yine de Pisagor teoremini kullanmadığımız bir bilim hayal bile etmek istemiyorum. Deneysel bir metot geliştirmedi diye, Pisagor’u eleştirmek doğru mudur?
Elbette eleştiri kötü bir kavram değildir. Hatta gelişim ve ilerleme için gereklidir de. Fakat bilim tarihinde, insanlığın gelişimine en ufak bir katkısı olan insanın bile yok sayılması veya hak ettiği değerin verilmemesi çok sorunlu bir yaklaşımdır. Deney ve gözleme bağlı olmayan sadece düşünsel bir aktivite ile elde edilen bilgi değersiz midir? Ya da bu bin sene boyunca, hiç kimsenin deney ve gözleme dayalı çalışmadığına emin miyiz? Peki o dönemde, hiç kimse bu bilgilere ilgi göstermediyse, mürekkep ve kağıt kullanarak kaydedilmiş bu eserlerin bin sene içinde kaybolması gerekmez miydi? Eğer bir grup bu eserleri çoğaltma ya da tercüme etme girişiminde bulunduysa, bu eylemleri eserlere değer verip onlardan faydalanmak ve geliştirmek istemelerinden değil midir? Bu sorulara verilecek cevaplar sanırım, o bin senelik boşluğun aslında hiç de boş olmadığının göstergesi olacaktır.
İyonyalı bilim adamlarının etkisinin yalnızca iki ya da üç yüzyıl sürmesi, İyonya uyanışı ile İtalya Rönesansı arasında yaşamış insan kuşakları için acı bir kayıptır (s. 207).
Daha önce, Yunancadan Arapçaya tercüme hareketlerini işlediğim bir yazım olmuştu. Evet, İskenderiye kütüphanesinin yakılması tarih sayfalarında gerçekten çok acı bir olaydı. Fakat ilerleyen yıllarda, farklı bir medeniyetten çıksa da, İskenderiye kütüphanesinin takipçisi sayılabilecek bir başka bilim merkezi kütüphane kurulmuştu. Beyt’ül Hikme adıyla kurulan bu kütüphanede, Abbasi halifesinin de desteğiyle çok büyük bir tercüme hareketi başladı ve antik yunanın bilgeliği farklı bir lisanda olsa da, bu kütüphaneye taşınmış oldu. Yıllarca farklı milletlerden ve farklı dillerden insanlar çalışmalarını bu kütüphanenin arşivinden yaptılar ve buradan çıkan bilgi ile rasathanelerde astronomi çalışıldı, şifahanelerde tıp ilerledi, modern kimya biliminin atası simya geliştirildi, günümüz matematiğine imzalarını atacak matematik çalışmaları yapıldı. Bu sayede o dönemim bilgisi gelecek nesillere aktarılabildi.
Tabii ki, farklı bir medeniyetin bilime de getirdiği yaklaşım farklı oluyordu. Beyt’ül Hikme sisteminin İyonya ekolüyle farklılıkları olduğunu inkar edemeyiz. Fakat farklı bir medeniyetin getirdiği farklı yorum, bilimsel gelişime zarar mı verir yoksa onu zenginleştirir mi? Günümüzde yayımlanan akademik makaleler, rönesans dönemiyle aynı yaklaşım ile yazılmıyorlar. Isaac Newton’ın Principia eseriyle, David J. Griffiths’in Kuantum Mekaniğine Giriş kitabını karşılaştırsak, iki farklı dönemin iki farklı yaklaşımını görürüz. En basitinden eserlerin yazıldığı hakim bilimsel dil bile farklılık gösterir. Biri o dönemin bilimsel dili olan Latince yazılmışken, diğeri günümüzün baskın dili İngilizce ile yazılmıştır. Fakat ikisi de insanlık gelişiminde çok değerlidir. Yani sonuç olarak, eğer bilim tarihini içeren bir çizelge hazırlıyorsak, yaklaşımı ne olursa olsun bilime katkı sağlamış hiç kimseyi yok sayamayız. Bu yazıyı Yuval Noah Harrari’in, Sapiens kitabından bir alıntı ile bitirmek istiyorum. Bu alıntı, insanlık tarihi araştırmalarında elimizdeki veriler ne kadar yetersiz olsa bile hiçbir gelişmeyi yok saymamızın doğru olmadığını çok güzel açıklar.
Herhangi bir cevabı olmayan sorular sormak can alıcı önem taşır, aksi halde 60 ila 70 bin yıllık insanlık tarihini, “o tarihlerde yaşayan insanlar kayda değer hiçbir şey yapmadı” bahanesiyle yok saymaya meyilli oluruz. (s. 73)
Harrari bu ifadeyi elimizde fosilleşmiş çok az veri olan taş devri avcı-toplayıcı insanlarını anlatırken kullanıyor. İnsanlık tarihinin bu en eski dönemlerini bile yok saymak sakıncalı bir tutumken, nasıl olurda, çok daha fazla kaynağa ulaşabildiğimiz bin senelik bir dönemi görmezden geliriz…
Görsel Kaynak:
- http://www.altinkitaplar.com.tr/carl-sagan/kozmos/
- https://onedio.com/haber/carl-sagan-hakkinda-bilmeniz-gereken-10-sey–316796