Bilimsel devrimden bu yana insanlığın bilgi birikimi olağanüstü bir hızla artmaktadır. Doğadan elde ettiği verileri düzenli bilgiler haline getirebileceğini anlayan beşeriyet, aynı yöntemleri insan ve toplum üzerinde uyguladığında da benzer bir verim alınca bilim alemi vasıtasıyla bilgi seviyesinin ilerleyişine büyük bir ivme kazandırmıştır. Bu durum ise ister istemez ihtisası gerekli kılmıştır. Artık günümüzdeki bilim adamları ayrıntı sayılabilecek bir konunun küçük bir kısmını çalışma alanları olarak belirlemektedir. Tarihte bahsedilen hem doktor hem astrofizikçi hem simyacı hem tarihçi hem de din adamları gerçekten tarihe karışmıştır. Bir alanda uzmanlaşmanın bilimin gelişmesinde pek çok yararı görülse de bu yazının konusu ihtisasın insanları birbirine yabancılaştırmasıdır. Gerçekten insaniyetin sahip olduğu kümülatif bilgi, tek bir hafızanın sahip olabileceği sınırı aşmıştır. Entelektüel kategorisinde adı geçen pek çok insan dahi; kendi ihtisasının uzmanı, diğer bazı ilgi alanlarının/hobilerinin haberdarıdır. İlaveten insan ve toplum meselelerinde, üzerine kafa yorulacak her bir konunun sübjektif bakış açıları da eklenince tek bir kişinin bir meselenin dahi mütehassisi sayılabilmesi imkânsız hale gelmektedir. Bu sebeple, bir insanın ilgilenebileceği maksimum kategori sayısı ile insanlığın bütün birikimi oranladığında karşılaşılacak olan tablo, devasa bir orman içindeki ufacık dehlizlerde kolonileşmiş karınca yığınları benzeri bir resim olacaktır.
Aynı toplumdaki insanların birbirinden ayrı koloni benzeri düşünce dünyalarına ait olmaları onları birbirine yabancılaştırmaktır. Birbirine yabancı iki bireyin ortak bir zemin üzerinde buluşmaları, yani uzlaşmaları çok büyük çabalardan sonra gerçekleşme ihtimaline kavuşmaktadır. Hakikaten bu çağın insanı birbirini tam olarak anlamamaktadır. Bu durum, uzlaşmayı olanaksız kılmaktadır. Toplumdaki düşünce agresyonu, fikirlerine katılmadığı kişiyi çok kolay bir şekilde yaftalamak, yanlış anlamaları mutlak hakikatlermişçesine tekrar ederek iftira atmak şüphesiz mevzubahis yabancılaşmadan kaynaklanmaktadır. Örnekle aydınlatacak olursak; hayatını doğa bilimlerine adamış bir insan, yine hayatını teist teolojiye vakfetmiş bir kişiyle karşılaştığında teoloğun gelişmiş metafizik düşünme kabiliyeti, doğa bilimcinin gelişmiş materyalist düşünme yeteneği ile çarpışacaktır. Birbirlerine teorik, metodolojik ve felsefi bakımdan o kadar uzaklaşmışlardır ki karşılıklı yöneltilen suçlamalar dahi anlamsız ve laf-ı güzaf kabilinden olacaktır. Tam bu örneğe uygun, bendenizin değişik çevrelerde karşılaştığı iki soru benzeri mahlukat, anlatılmaya çalışanı idrak etmeye yardımcı olacaktır. Birincisi, bilim meraklısı hüviyetime yöneltilen “Her şeyi materyalist ispata çalışıyorsanız, ruhu nasıl ispat edeceksiniz?” sualiyken, ikincisi teolojiyle ilgilenirken gafletle yönelttiğim “Evliyalar kerametlerine çok güveniyorsa laboratuvarda test ettirirler mi?” sorusuydu.
Yabancılaşmanın ikinci sebebi, insanların geldikleri inanç ve değer dünyalarının onlara aynı konuya çok farklı açılardan yaklaşmaya yöneltmesidir. Bahsedilen bu sebep, yabancılaşmanın aynı kalitede alınan eğitimle de aşılamayacağını kanıtlar. Farklı değerlere sahip iki insan birebir aynı kitapları okusa ve aynı tedrisattan geçse bile bu tip bir eğitimle aldıkları bilgileri, inanç ve değer süzgecinden geçirip idrak edeceklerdir. Bu duruma en büyük misali yine bendeniz iki arkadaşım üzerinde yaşamış bulunmaktayım. Fen Fakültesi’nde eğitim aldığımız bu arkadaşlarımla, İslam teolojisinde büyük bir yer tutan hadisleri incelemeye aldığımızda, bazı hadislerin yoruma kapalı bir şekilde aldığımız bilimsel eğitimle uyuşmadığını gördük. İşte tam burada, arkadaşlarımdan biri hadisleri tümüyle reddederken, diğeri mistik bir bilimsel eleştiri sürecine girdi. Halbuki alınan eğitim ve karşılaşılan veri aynıydı. Fakat inanç ve değer elekleri onları farklı açılardan bakmaya itti.
Bu büyük problematiği aşmanın önerilen çözümü pasif bir tutumdur. Herkesin farkına varması gereken şey, beşeriyet bugünkü bilgi okyanusunda farklı kıyılara savrulmuştur. Birbirlerine ulaşmak için yapacakları kayıkların hammaddesi yerel farklılarla onları daha çok uzaklaştırabilmektedir. İnsanlık bu durumu kabullendikten sonra birbirine karşı hoşgörülü ve elinden geldiğince empati sahibi olmalıdır. Uzlaşmanın dayatma olmadığı fark edilmelidir. Bu sebeple; tebliğ, diskur, nutuk, manifesto gibi kendini üstün bir pozisyona koyup aşağılara yapılan seslenişlerden vazgeçilmelidir. Fikri münazaralar, sohbet havasında geçmeli, iki tarafında birbirinden alacağı ve asla alamayacağı veriler olduğu anlaşılmalıdır. Sohbetlere nezaket ve tevazu hâkim olmalıdır. İnsanlar başkalarının açıklarını ya da hatalarını bulmaya çalışmaktan, kendi öz bilincini ve bilgi birikimini geliştirmek gibi bir paradigma değişimine gitmelidir. Bu durum hem toplumsal barışın devamını hem de insanlarda görülen sinir bozukluklarının tedavisini sağlayacak hayırhah bir hamle olacaktır.