Gözlerinizi kapatıp hayal edin (lütfen kapatmayın, sadece bir şakaydı, yazıyı okumaya devam edin); ucu bucağı görünmeyen bir ovadasınız, ülkenizin renkleriyle donanmışsınız, yanınızda binlerce insan, bayraklar, flamalar ve marşlar eşliğinde düşman ordusuna doğru yürümektesiniz. İçinizi endişeyle karışık bir heyecan kaplıyor fakat hayatınızın mücadelesine girmeden önce bir tuhaflık fark ediyorsunuz; önünüzde yürüyen onbaşının sırtında rakamlar belirmeye başlıyor. O esnada onbaşı size dönüyor, gayet sert bir şekilde “7 numara sende, göz açtırma” diyor. Ve dünya yavaşça çözünüyor, ovada değil sahadasınız, marşlar dört bir yandan gelmeye devam ediyor, her yerde tanıdık renkler, takım arkadaşlarınız yanınızda. Düdük çalıyor ve tüm tribün takımınızın ismini haykırırken kendinizi akışa bırakarak oynamaya başlıyorsunuz…

Hakikaten de sporun ve spor özelinde taraftarlık duygusunun “savaş” ya da “kavga” ile ilintili olan bazı kavramlara eğilim gösterdiğini, rekabet hissinin zaman zaman şiddet eğilimi içerdiğini siz de fark etmişsinizdir. Renklere duyulan bağlılık, maç esnasında (özellikle futbol karşılaşmalarından bahsediyorum) veya öncesinde çalınan marşlar, futbol adamlarına verilen “İmparator”, “El Comandante” gibi takma isimler hatta tamamen sebepsiz ve anlamsız görünen şiddet eylemleri…

Peki bütün bunların anlamı ne olabilir? Elbette sporcular açısından kazandıklarında aldıkları ücretin artacağı düşünüldüğünde hırslanmaları, mücadelenin dozunu artırmaları normal karşılanabilir. Fakat omzu çıkmasına rağmen maça bir savaş gazisi edasıyla devam etmenin ardında yatan motivasyonun sadece para olması pek olası görünmüyor. Taraftarlar açısından bakıldığında da bir insan grubunun neredeyse hiçbir maddi menfaat gözetmeksizin bir takıma ya da kulübe bu denli tutkuyla bağlı olmasının arkasında farklı bir hissiyat aramak doğru olacaktır.

Bu hissiyat, belki de her insanın içinde var olan, yazının girişinde biraz da olsa hissedebildiğiniz duygulardan başkası değildir. Bir gruba ait olma isteği(ve akabinde “rakip” grubu dışlama), rakibini alt etmenin verdiği tatmin, mücadelenin yarattığı adrenalin… Bu gibi duygu durumlarının her biri şiddet yoluyla dışa vurulmaya pek müsaittirler. İşte sporun büyüsü burada ortaya çıkıyor. İlkel, topluma zarar verecek şekilde dışa vurulmaya müsait duyguları (örneğin taraftarlık hissiyatının temeli olarak görülebilecek olan gruplaşma güdüsü ırkçılık, cinsiyetçilik gibi topluma zarar verebilecek fikirler halinde de karşımıza çıkar) neredeyse tamamen şiddetten arındırılmış bir ortama kanalize etmeyi mümkün kılması açısından spor toplum açısından büyük bir öneme sahiptir. Bu da sürekli sporun ve ona harcanan paranın önemsizliğine dem vuran, onu hakir gören bazı kitlelerin kör bir önyargıyla hareket ettiğini açıkça göstermesi açısından değerlidir. Spor, sadece bir kitle eğlence aracı olmaktan öte insanların rekabet, gruplaşma, üstün gelme arzusu gibi güdülerini zararsız bir şekilde dışa vurabildikleri bir alan olması açısından toplum için önemli bir işlev gördüğü açıktır. Bu bağlamda denebilir ki, spor hiçbir zaman yalnızca spordan ibaret değildir.

Leave a Reply