Kalabalık, insanların birbirlerinin yanından geçerek, birbirlerine bakarak, kimi zaman dokunarak, duyarak ama hiç kalp kalbe isabet edemeyerek savruluşlarını anlatır. İçinde bulunduğun insan kümesi, sana olduğun yerde kendin olabilmen için ümit ışığı yaymadığında bütün kalabalığa bir anda sırt çevirmek, belini büken bir dert kümesi oluverir. Sonra yol alırsın, başka diyarlara, başka kalabalıklara ama sırtında, gittikçe yere eğilmene sebebiyet veren o kambur, hep seninledir. Kocaman bir yalnızlığı, sırrı çözülememiş dünyanın içine sığdıramayınca, insan iki kürek kemiğinin arasına nasıl iliştirebilirdi, nasıl taşıyabilirdi ki onu kilometrelerce?

İnsan dertlerini kendi bedenine hapsedince; bir daha çıkmayan kambur, suskunluk ve yeis oluyormuş kalbinin derinliklerinde. Durmadan içinden geçtiğin kalabalıkların sadece birer yanılsama olduklarını, onlardan uzaklaştıkça hiçbir şey ifade etmeyen varlıklarından anlıyorsun. Sadece tek bir an, tek bir vazgeçiş, tek bir susuş anı; bütün ömrün fragmanını yayınlıyor tek hamlede. Anlatılamayanlar, senin kendinden iyi bilmediğin ama başkasına da bilme fırsatını veremediğin bir bilinmezlik oluyor. Aynı apartmanda oturduğun, her gün aynı durakta otobüs beklediğin, aynı asansöre bindiğin, bilindik yollarda bilindik istikametlere birlikte gittiğin o insanlar, artık sana o anlamı ifade etmiyorlar. Sanki herkes dünyada kendisiyle ve kendi sahip olduklarıyla bulunuyor ve sağına döndüğünde gözünün isabet edebileceği hiçbir insan aslında onun umurunda değil.

Belki de hayatın farklı çırpınışları var. Herkes başka denizlerde yüzüyor ve kendi dalgalarıyla boğuşuyor. Benim boyumun yetiştiğine diğerinin, onun yetişebildiklerine ise başkalarının boyu yetişemiyor. Herkes, şu dünya üzerinde birbirleriyle ama birbirlerinden ayrı; amansız bazı mücadelelerin peşinde, koşuşturup duruyorlar. Devamında, en anlamsız mevcudiyet bile kendine bir yer açmayı biliyor her gün. Acılar doğuyor, pişmanlıklar, keşkeler, savruluşlar ve ayrılıklar doğuyor ama hiçbir mutluluk ve ümit duygusu, kendini üstün sayıp doğmuş tüm acılardan, ben buradayım diyerek masaya yumruğunu vuramıyor. Acılar ve getirdikleri, her zaman, mutluluklardan üstün yaşanıyor bu dünyada. Onlar, kendilerine daha çok yer açıyor ve daha uzun kalıyorlar ömrümüzde.

Bu yüzden, baktığımız gökyüzünden her gün ümit beklemek; mesafeleri, kalabalıkları, yalnızlıkları ve aslında kalabalık yalnızlıkları öylece silmesini beklemek, onun tüm insanları kucaklayıcılığından kaynaklanıyor. İnsanlar, her zaman her şeye yetemiyor. Yanındakine, bir kat uzaklığındaki diğerine, sokakta karşısından gelen öbürüne ama gökyüzü her şeye rağmen herkesi kucaklıyor. Hem de ayırt etmeden ve kimseyi bir köşeye atmadan; hepimize kendisini bahşediyor gece gündüz. Sanki yoklukları doldurur gibi. Mesela, tutamadığın bir insan eliyse şu hayatta kucaklasın seni diye yıldızları bahşediyor ve en önemlisi, mesafelere rağmen insanın kalbindeki tüm boşlukları ve oyukları dolduruyor. Sen anlatsan susmadan gecenin karanlığına, aya, yıldızlara tüm ruhuna hapsettiklerini; yanında seni duymayan tüm herkese inat, dünyanın öbür ucundaki tek bir kişi duyar seni. Belki yaralarınız denkleşmiştir, acılarınız birbirine değince hız kazanmıştır ya da belki gökyüzü sizi, ayrılıkların mesafelere denk olmadığı bir dünyada tekrar bir araya getirmiştir. Kim bilir, kim bilebilir?

Yalnızlığın mesken tuttuğu kalbiniz, ayrılıkların mesafelere denk olmadığı bir yerde başka bir kalbe denk geldiyse ve gökyüzü size şahitse; cevabı bulmuşsunuz demektir.

Leave a Reply