DOĞADA BULUNAN DÖRT ELEMENT: ATEŞ,SU,TOPRAK VE THE SMITHS

There Is a Light That Never Goes Out şarkısıyla tanıdığımız The Smiths, New Wave-Alternatif Punk türlerinden hoşlanan müzik severleri kendine çekmeyi pek ala başaran bir grup. Depresif sözleri ve ümit aşılayan besteleri ile kafamızı karıştıran, ancak “evet, hayatım da böyle” gibi realist bir yaklaşımı dinleyicilerinin kafasına kazıyan The Smiths’i çoğu kişi 500 Days of Summer filminin meşhur, romantik asansör sahnesi ile bilir. There Is a Light That Never Goes Out şarkısıyla ortak zevklerinin farkına varan iki genç, bir asansörde tanışır ve çoğu dinleyicinin çaresiz romantik hayallerine tuz biber olur.

Lise yıllarımda tanıştığım ve hala etkisi altında olduğum bu grubu sadece yukarıda bahsettiğim şarkıyla anarsam çok büyük bir hata yapmış olurum. Bu şarkı gibi birçok cevher, aslında aranmayı bekliyor. Gerek grubun adıyla, gerekse Meat Is Murder yakarışıyla anılan albümlerinin hepsi, sıkı The Smiths dinleyicileri tarafından birer başyapıt niteliğindedir. Toplum tarafından dışlandığınızı hisseden bir utangaçsanız; çaresiz bir romantikseniz, duvara dalıp giderken yaptığınız sorgulamalarda ne ölüm ne de yaşam size hitap ediyorsa, grubun solisti Morrissey’in politik görüşleri yüzünden ona hayran olmanız kısıtlanıyorsa ve bu aranızda toksik bir ilişki oluşturuyorsa eğer, tebrikler! Artık bir Smiths dinleyicisisiniz.

Grubun solisti Morrissey, edebiyata ilgisi ile göze çarpıyor. Özellikle Oscar Wilde’ın fanlığını yapmak için bir mesai saati var sanki. Sözlerinde birçok gönderme mevcut iken Louder Than Bombs adlı derlemelerinde Oscillate Wildly adlı enstrümantal şarkıyı sırf Oscar Wilde beyefendiye ayırmış.  Bir dalsanız çıkamayacağınız bu grubun önemli bestelerini de Johnny Marr yapıyor. O ahenk, sözlerin müzikle uyumsuzluğunun senfonisi, bizi derinden yaralarken ilginç bir şekilde şifa da oluyor. Bunu bir mucize olarak tanımlarsak hiç yanlış olmaz diye düşünüyorum. Saymakla bitiremeyeceğimiz bestelerle, kaçtığımız gerçekliklerle saklambaç oynarken bizi ebeleyenin The Smiths olduğunun farkına varırız.

Üniversite sınavına girmeden önce gelip geçen öğrencilere heyecanla bakarken “ All those people with the loves, and hates and passions just like mine” sözlerini Cemetry Gates şarkısında, romantik uyuşmazlıklarım esnasında “Last night I dreamed that somebody loved me” yakarışıyla, gerçekten demir köprüler altında bir Londra beyefendisiyle güzel vakit geçirmeyi yarınlar yokmuşçasına hayal ederken “Under the iron bridge, we kissed” güzellemesini Morrisey’in o güzel İngiliz aksanıyla duymayı, veya “Meat is murder, this beautiful creature must die” sözlerini duyduktan sonra ağlayarak lahmacun yerken, çarpıcı ve mantığınıza sığmayan bir aşk yaşarken “ If it is not love, then it’s the bomb!” sözlerini dinlemeyi, kısacası The Smiths’i yaşamımla bütünleştirmeye bayılıyorum. Hep birlikte The Smiths dinleyerek hem gülüp hep üzülmeye, heyecanlanmaya, hayatımızı şiirleştirmeye ne dersiniz?

Leave a Reply