Henüz yedi yaşındaki bir kız çocuğunun masumluğundan; düşmekten, tekrar kalkmaktan, sonra tekrar düşmekten ama bunun oynadığı oyunun bir sonucu olabileceğini düşünecek seviyede, düşmeyi normalleştiren o masumluktan, çok uzak cümleler kuracağımı ve bunun asla bir ilk olmayacağını idrak edebiliyorum. Çünkü, en son ne zaman ayağım takıldığı için düştüğümü ve ne zaman -sırf oyuna devam edebilme arzusuyla- daha azimli ve hızlı kalktığımı, unutmaya yüz tutmuş gibiyim. Hatırlamıyorum demek, fazlaca mübalağa ve kibire girer gibi hissediyorum. O yüzden, sadece hatırlamakta zorlandığımın altını çizmek istiyorum. Hatırlamayı bu derece zorlaştıran tek şeyin zaman olmadığını bilmek ve bunun tıpkı zaman gibi benim dışımda geliştiğini çoktan anlamış olmak; bana, erişkin bir bakış açısından fazlasını veriyor. Hatta bugün, beni ben yaptığına inandığım, sevdiğim ve sevmediğim her özelliğimin bile çıkış noktası orası olmasa da, ona pek yakın bir yerdir. Neyse ki, o kısmı daha net hatırlayabiliyorum. Bunca cümle arasından aslında kurmak istediğim en önemlisi şu ki; hepsi beni memnun etmese dahi, insanın her yıl evrilebildiği haline ve kendi dışında başka bir şeye dönüşmeden çok daha yenisine yelken açmasına, büsbütün hayranım. Seneler önce benden bir parça olan ama şu anki halime hiç benzemeyen yedi yaşındaki kız çocuğuna ayrı, şimdiki genç kadına apayrı hayran. Bu, iki resme bakıp aradaki yedi farkı bulmak gibi gözükse de çok daha içsel bir yolculuğun ürünü gibi geliyor bana çünkü bariz fark edilenler dışında, ciddi bir analiz sonucu kendini size teslim edebilecek ayrıştırıcı noktalar da mutlaka vardır. Ki benim için var. En göze çarpanı, beni en etkileyeni ve üzerine düşündüreni de o hatta. Öyle ki, bana sürreal hayaller kurdurup geçmişe dönmeyi ve o kız çocuğuna bu yaşına geldiğinde nelerin değişeceğini bir bir anlatmayı bile öğütlüyor. Bu hayal gücünü neyin beslediğini ise tahmin etmek çok kolay, o da değişen her şeye inat, körelse dahi bugünlere kadar sağ kalabilmeyi başarabilmiş çocukluk emanetim. Ve belki de her şey bir yana, o günden bugüne kaybetmeyi en göze alamadıklarımdan birisi. 

İşte bugün, bunları düşündüm. Büyümenin yitirmeye ve ardında bırakmaya denk olmadığını, yani büyüyorsan illa ki her şeyin mazi olması gerekmediğini ve sırt çantanda gizli saklı da olsa bir şeyleri bugüne taşıyabileceğini; uzun uzun düşündüm. Fakat, düşünmek bana idrak edebilmenin kapılarını açmadı çünkü birtakım tezatlar yolumu kesti. Madem ki, büyümek, büsbütün yitirmek demek değildi; yolda bıraktıklarımız, bugünlere getiremediklerimiz kalmaya ve muhafaza edebildiklerimiz bize eşlik etmeye mi meyillilerdi, bilmiyorum. Yoksa ile başlayan bir sorum var onu da sormaya korkuyorum ama bugün kartları açık oynayacağıma söz verdiğim için kendime saklayamıyorum. Yoksa… O günden bugüne yolda kaybettiğimiz her şey, bizim başarısızlığımızın ve kıymet bilmezliğimizin bir hazin sonu olarak mı yitip gitti? Tutamadık, sahip çıkamadık mı? Şimdi varsa hep var olur zaten diye kendimizi mi inandırdık? Şimdi, soru soruyu doğururken bile, en azından birine bir cevabımın olmasını bekliyorum ama herkes için değişebilecek yanıtları, bir genelleme yapıp sindirmeyi kendime yediremiyorum. 

Aslında bu analizi ve rapor edilmesi imkansıza yakın, bilimsellikten uzak olduğuna inandığım bir beyin fırtınası benim için çünkü noktası koyulamayacak bir cümle gibi, bitti sandığınız yere virgül atmak mecburiyetine sürükleniyorsunuz.

Mesela, bu noktada en çok sevmeyi örneklendirmek geliyor içimden pervasızca. Ya en iyi böyle açıklayabileceğimi düşünüyorum, ya en çok o tarafıma güveniyorum ya da konfor alanımdan çıkmadan tanıdık cümlelerle ifade etmek istiyorum. Belki de her manzarasını ezbere bildiğim bir pencereden bakmak, böylesine zor bir bahsi açmak için daha kolayıma geliyor. Ki bir noktada kesin öyledir zaten. Sevmek üzerine kurabileceğim herhangi bir cümle üzerinden yanılma payımı hesapladığımda, bu ihtimalimin düşük bir yüzdeye eşit olduğunu görüyorum. Zaten genelde böyledir, profesyonel olduğunuzu iddia edebilecek kadar inandığınız yönünüz, belki de ilişkilendirilmesi zor olacak konularda dahi açıklamalarınıza dâhil edilmeyi bekler. Okulunu okuduğunuz alanda konuşmanın cazip gelmesi gibi, bu durum da fırsatını bulduğu an dilinizden dökülmekle yükümlüdür. O yüzden örneğimin, sevmekten doğmasına büyük oranda şaşırmamak lazım. Neden bu duyguyu, hayat yolculuğumuzun edinimleri ve yitirilenleriyle bağdaştırdığım konusunu ise, kendi adıma çok emin açıklayabilirim. Cümlelerimin en başlangıç noktasında bahsettiğim iki resmi gözümde canlandırdığım zaman, zaten devamının böyle süregeleceğini biliyordum çünkü bir tarafta, bahsettiğim gibi, hayata karşı karşılıksız bir sevgiyle donatılmış bir kız çocuğu varken; öbür tarafta keşke her şey o sevgi kadar masum olsaydı diye iç geçiren, karşılıksız sevgiyi sadece o sınırlar içerisinde öğrenmiş olmayı dileyen ama öyle olmadığını bilen, genç bir kadın var. Ki en acısı, karşılıksız sandığın o sevgi biçiminin bile mutlaka bir geri dönüşünün olduğunu öğrenmiş olmak fakat şimdikinin bir hiçten fazlası olmadığını bilmek; bir şeyler vaat etmek konusunda sıfır noktasından bir adım bile sekmemiş sevgilerin sayı doğrusunda, birimini hesaplayamayacak kadar fazla yol almış olmak… Acaba bütün olay beklentisiz olmak mıydı, bunu mu yitirmiştim yoldayken; yoksa henüz farkına varamadığım başka bir saflığı mı yol kenarında unutmuştum, sanırım bunu hiçbir zaman bilemeyeceğim. Her şeyi çözdüğüne inandığımız matematiğin, bunun için de sayısal bir denklemi olsaydı keşke. Bilinmeyeni yalnız bırakınca çözüme ulaşan cebirler; iki bilinmeyenlilere bile bir çözüm sunan sayısal değerler, bu problemi çözmeye yetmiyor. Öyle olmasaydı, sevgiye karşılık bahşedilen sevgisizliği yalnız bırakır, eşittirin öbür yamacından ben yoluma devam ederdim fakat öyle olmadı. Bu yüzden, hayatın hesaplarına matematiğin bile cevap vermediğini, hayatta kazanılanları ve kaybedilenleri böyle hesaplayamayacağımızı biliyorum. O yüzden bilinmeyeni değil, bilineni yalnız bırakıyorum bulmak istediklerim için. Yani sevmeyi avucuma saklayıp sevilmeyi arıyorum. Bilmediğim bir duyguyla zayıf düşmektense, bildiğimle güçlenmeyi tercih ediyorum. Belki de yeni bir yöntem deniyorum ve başarmayı çok istediğim halde, karayı görmeyi beklemeden attığım kulaçlara odaklanıyorum çünkü inanmak bu konuda başarmanın yarısı bile etmiyor; zira öyle olsa, aradığım cevabı çoktan bulmuş ve iki resmin ayrımına varmış olurdum. Fakat bense, hâlâ ruhumun duvarına astığım iki çerçevenin benzer ve farklı noktaları üzerinden yolculuğumu yorumlamakla yükümlüyüm. Bu durumdan şikayetçi değilim ama kırgınım. Masum tarafımın sevilmemek yüzünden alt edilmiş olmasını, sevmeyi bu kadar iyi bilirken asla ve asla hazmedemiyorum. 

Leave a Reply