1688614_352018148271531_295735441_n

Öyle bir ölsem öyle bir ölsem çocuklar, size hiç ölüm kalmasa.” Aziz Nesin

Küçük bir masadayız, oldukça da kalabalığız. Küçücük masaya onca insan nasıl sığdı diye düşünüyorum. Çaylar bir dolup bir boşalıyor, sigaralar son dumanına kadar içlere çekiliyor. Sonra da büyük bir ustalıkla kül tablasına basılıyor. Sohbetlere bir nefeslik ara verildikten sonra devam ediliyor. Derken, izmaritlere takılıyor gözlerim. Birbirinin içine girmiş sigara ve küllere… Aynı sohbetlerimize benziyor, hepsi birbirinin içine giriyor, sonra birini bitirip, birini yakıyoruz. Ara da verilen nefesler de sağdan soldan duyduğumuz sesler oluyor. Birbirimizin yüzlerine bakıyoruz, sanki hepimiz aynıyız, aynı olduğumuz kadar da farklı. Farklarımızı konuşuyoruz en çok da, bizi birbirimizden farklı yapan yanlarımızı… Gözlerimiz mi dersin, yoksa ten renklerimiz mi ya da kadın ve adam oluşlarımız mı; böyle böyle sıralanıyor örnekler, çoğalıyor. Çoğaltıklarımızı siliyoruz, başa alıyoruz konuşmayı, sanki elimizde bir zaman makinası var da sürekli kaçırdığımız, tükettiğimiz o ana dönmek istiyoruz. Neden mi?

Çünkü; farklarımızı döküyor, birbirimizi ötekileştiriyoruz. Oysa o kadar aynıyız ki, konuşmalarımızın hararetleri içinde kendimizi kaybediyoruz. Ta ki, zaman makinasını bulup, o temiz ana dönene kadar. Ya da zorla temizlenmiş ana demeliyim. Birbirimizin farklarını masaya dökerken, birden hangi ırktan, hangi etnik kültürden geldiğimizi konuşmaya başlıyoruz. Seslerimiz daha bir tok çıkmaya başlıyor, hatta yer yer bağırmaya… Biri diğerinin ırkını kendi ırkından üstün tutuyor, diğeri ötekinin kültürünü küçümsüyor. Böyle böyle uzuyor muhabbet, çirkinleşiyor. Sonra birden kendi ırkını, diğerinin ırkından üstün tutan arkadaşın eline çay dökülüyor. Küçümsenen arkadaş, küçümsendiğini falan unutup onun elini sıkıca tutuyor, hemen yardım ediyor. Herkeste bir suskunluk, şaşkınlık… Eli yanan arkadaş, masanın üzerine koyuyor elini. Elinin rengi neydi o an? Utançtan yanan, kırmızı bir el mi yoksa masadakilerin gördüğü bir renk miydi? Kırmızı gördü biri, diğeri mavi, öteki sarı… Bir şeyin yeri mi değişti diye bakınıyordu başkası da, ele gözünü bile değdirmeden. Sonra el unutuldu. Herkes önündeki su bardaklarını alıp havaya kaldırdı. Masaya döktü yavaşça. Sular birbirine karıştı, tıpkı başta karışan küller gibi. Bir kaç kişi izledi sadece suların birbirine nasıl karıştığını, hiçbir şey yapmadan izledi. Boşa harcayacak suları yoktu belki de. Ya da inanacak sevgileri… Bazılarımız masaya dökülen sularla masanın temizlendiğini düşünüyor. Bazılarımız da suların birbirine karışmasını hoş karşılamıyordu, konuşmasak bile hissediyorduk bunu. Zaten bazı şeyler konuşulmazdı. Konuşmadık. Ama ortak olan bir his vardı, hissediyorduk. Su, bir anda zaman makinası olmuştu.

Bir anlık öfkeyle kırmıştık birbirimizi, hem de onarılmayacak yaralar açarak. Zamanı geri aldık almasına da eskisi gibi durmuyordu artık, biliyorduk, kırgındık. Ve birbirimizin gözlerinin içine bakarak konuşurken, gülerken, şakalaşırken arada sırada görüyoruz o kırgınlıkları. Oysa küçücük masaya o kadar kişi nasıl sığışmıştık, tıpkı Anadolu gibi. Tüm renklerimizle oradaydık, güzeldik, hepbirlikteydik. Hala güzeliz biliyoruz, ama kırgınız işte. Birbirimizi ötekileştirdiğimiz için; senin rengin farklı köşeye git, dediğimiz için. Oysa Anadolu demek, içimizin renklerinin bütünü değil midir? Su gibi akıp birbirimizin içine karıştığımız zaman tam olacağız, şu an gerçekleştiremesek de, bir zamanlar oldu. Hala olabilir.

Leave a Reply