-“Osman Hamdi Bey mi?” “O kimdi yahu?”
-“Ha, Kaplumbağalı tablosu vardı.”
Sansürler bize ne katar ya da bizden ne götürür? “Sakıncalı içerik” kavramı evrensel midir yoksa politik mi? Neyi, kimden sakınmalıyız? Özgür düşünce, iş ürün ortaya koymaya geldiğinde nereye kadar özgürdür?
Ülkemiz, pek çok farklı tarihi dönemeçte pek çok farklı sansür döneminden geçmiş ve yasakların, kısıtlamaların toplum yararınaymış gibi savunulduğunu pek çok farklı isimden duymuştur. Siyasi tarihimizi bir kenara koymak gerekirse; çoğu zaman sanat da öylece kaldırılmış, resimlerin üstüne perdeler çekilmiş, şarkıların sesleri kısılmıştır.
“Kaplumbağa Terbiyecisi” dersem sanırım Osman Hamdi Bey’i hatırlayacaksınız. Neredeyse her türlü sanat dalına el atmış gerçek bir Osmanlı entelektüeli olan Osman Hamdi Bey, eserlerinin çoğunu meşhur İstibdat döneminde yoğun bir baskı ortamında vermiştir. Bu sebepledir ki eserleri hep yurtdışında sergilenmiş, ülkemizde çok sonraları görücüye çıkmıştır. Sembolizmin öncü kullanıcılarındandır. Sembolizmin kullanışı da tarihi dönemle örtüşmektedir, açık açık söylenemeyen şeyler sembollerin arkasından fısıldanmış, jurnalcilerin anlamadığı yeni ifade yöntemleri aranmıştır.
İşte böyle bir dönemde belki de Türk sanat tarihinin en provokatif eserlerinden biri ortaya çıkmıştır. 1901 yılında Osman Hamdi Bey, yoğun bir sembol kullanımıyla dokunulmaz alanlara dokunmuş, beklenmedik sertlikte bir eser ortaya koymuştur. Eserin asıl isminin “Yaradılış” olduğu kanısı yaygındır; yurtdışında bu isimle sergilenmiştir. Öte taraftan, Türkçe kaynaklarda tablodaki konumlandırmaya dayanarak “Mihrap” olarak da geçmektedir. Yaradılış ismi, Eski Ahit’ten bir bölüm olmakla beraber (Genesis) aynı zamanda daha geniş kavramlara işaret etmekte; resmin derinliğini artırmaktadır.
Tabloda sarı elbiseli hamile bir kadının kutsal kitap okumak için kullanılan rahle üzerinde güvenle oturduğu görülmektedir. Daha da fazlası, bu kadın bir camiinin içinde, başı açık, sırtını Kâbe yönünü belirten mihraba dönük durumdadır. Yetmedi mi? Ayrıca bu kadın figürünün ayakları altında Kuran sayfaları ve başka dini metin sayfaları serilidir. Önündeki buhurdan çıkan dumanlar ile mistik bir hava yakalanmıştır. Mihrabın hemen yanında ise dev bir mum görülmektedir.
Kadının toplumdaki yeri geçmişten günümüze sıkıntılı bir şekilde aktarılırken, bu tablo II. Abdülhamit’in baskıcı politikaları ele alındığında “devrimci” olarak ele alınabilir. Döneme göre sembolik ve örtülü bir müstehcenlik taşımaktadır. Tablonun adı göz önüne alındığında bu konumlandırmanın kadınlığın yaratıcı gücünü, İslami bakış açısına ters olarak, kadının birey olarak dogmaların üzerindeki önemini vurgulamakta, mistisizm ve oryantalizm esintileriyle toplumda ahlaki ve dini kutsalları farklı konumlarda ele alan bu eserde “insan” ön planda görülmektedir. Resim, kısa bir süre sanatseverler arasında el değiştirmiştir ve esere en son Demirbank’ın dökümlerinde rastlanmaktadır.
2001 yılından bu yana esere kayıp statüsü konulmuş, bulunamıyor oluşu merak konusu haline gelmiştir.
Şaşırtıcı gelmedi öyle değil mi?
Sansür kültürünün, kutsallara olan korumacılığın topluma zararlı olabileceğini aradan geçen yüz yılı aşkın zamanda toplum olarak kavrayabilmiş değiliz. Bir tablonun toplumsal zihniyeti bir anda değiştirmeyeceği aşikârdır. Öte yandan, bana göre hümanist öğeler taşıyan bu resim belki de Türkiye için Rönesans hümanizmini sahneye tekrar taşıyacak, “insanın” ve “kadının” ötesinde daha değerli bir şey olmadığını gösterecekti. Ne yazık ki padişahların karanlıklarında yitip gitti, banka envanterlerinde kaybedildi. Belki bu resim ülkemizde sergilense birazcık daha açık fikirlilik, birazcık daha hoşgörü kültürü üzerine tecrübe edinecektik. Sembollerin can yakmadığını görecek, provokatif sanat eserlerini daha iyi anlamlandırma fırsatı bulacaktık. Her farklı söyleyeni susturma ihtiyacı II. Abdülhamit’e özgü zannederdim. Belki de hayalcilik yapıyorumdur. Belki de istibdat döneminden hiç çıkmamışızdır.