Serinin ilk yazısına linkten ulaşabilirsiniz

Önceki yazımda sessiz filmin özelliklerinden, etkin olduğu dönemden ve kült yapımlarından bahsetmiştim. Bu yazımda, sinemanın sesli döneme nasıl evrildiğinden ve bu dönemde çekilen sessiz filmlerden genel hatlarıyla bahsetmek istiyorum.

Western Co. adlı bir şirketin sinemayla sesi birleştiren buluşunu Hollywood’a pazarlamaya başlamasıyla sinema yeni bir döneme giriyordu, fakat sinema endüstrisini elinde bulunduran yapımcılar sessiz sinemanın yerini sesli sinemaya bırakmasını pek olası görmüyorlardı. Bu sebepten, hiçbir yapımcı geleceğine inanmadığı bu buluşa para yatırmak istemedi. İflasın eşiğinde küçük bir şirketin ortakları olan Warner Kardeşler (Küçükken izlediğimiz Looney Tunes çizgi filmlerinden, özellikle Buggs Bunny’den aşina olduğumuz ve günümüzde bir çok Hollywood filminde imzası bulunan film yapım şirketi) sesli sinemanın geleceğini öngörerek Western Co’nun buluşunu satın aldılar ve tam anlamıyla ilk sesli film denemesi sayabileceğimiz The Cazz Singer filmi 1927 yılında gösterime girdi. Bu yeni teknolojiyi görmek için bir çok insan sinema salonlarına akın edince, sessiz film döneminin sona erdiği ve sinema dünyasının yeni bir döneme girdiği az çok anlaşıldı. Ve tabi ki Warner Bros. da yaptığı riskli yatırımıyla sesli film endüstrisini kendi tekeline almayı başardı.

Warner Bros.'un bu meşhur amblemini bilmeyenimiz yoktur.

Warner Bros.’un bu meşhur amblemini bilmeyenimiz yoktur.

Sesli filmin ortaya çıkışı sinema dünyasında büyük bir kargaşaya yol açmıştı. Sessiz film oyuncuları ve yönetmenleri yeni dönem sinemasına ayak uyduramadıkları gerekçesiyle kendilerine sesli sinemada yer edinemediler. Fox, Metro Goldwyn Mayer, Columbia gibi şirketler yeni bir döneme girdiklerini ve eski sinemaya reform gerektiğini anlamışlardı ve yenileşmeye gidiyorlardı. Fakat, Chaplin, Eisenstein gibi devrin büyük yönetmenleri sesin, sinemanın özünü bozduğunu düşünüyorlardı ve sesli film çekmeme kararı almışlardı. Eisenstein sonunda sesli filmin galibiyetini kabul etse de Chaplin, sessiz filmi devam ettirmekte ısrarcıydı. 1935 yılına gelindiğinde birkaç yönetmen dışında artık sessiz film çeken kalmamıştı. Bu yönetmenlerden biri de tabi ki, sessiz film deyince aklımızda beliren ilk isim, Charlie Chaplin’di.

Chaplin, sesli film döneminden önce de başarılı eserler vermiş olsa da şaheser diyebileceğimiz City Lights (1931), Modern Times (1936) ve The Great Dictator (1940) gibi üç kült yapıtını bu dönemden sonra aktarmıştır beyaz perdeye. Bu üç şaheser içinde Chaplin’in,  sesli sinemanın icadından sonra kendini daha fazla ispatlama adına bütün hünerlerini sergilediği City Lights filminin yeri apayrıdır bende.

City Lights’ta, kör bir çiçekçiye aşık olan saf ve iyi niyetli bir sokak serserisinin kızın gözlerini ameliyat ettirebilecek parayı bulabilmek için yaşadığı çeşitli maceralar anlatılır. Tıpkı diğer çoğu filminde olduğu gibi bu filminde de başrol, senarist ve yönetmen kimlikleriyle Chaplin yine karşımızda. City Lights, müzikleriyle ve senaryosuyla öylesine akıcı bir hal almış ki sıkılmamız pek mümkün değil. Oyunculuk desen başroldeki isim Chaplin olunca eleştirilecek bir nokta bulmak imkansıza yakın! Çekimler, montajlar, müzikler, oyunculuk her şey muazzam kısaca. Günümüzdeki komediler gibi kuru bir komedi de değil aynı zamanda. İnsanların para kazanma hırsına, yapmacıklığına, iki yüzlülüğüne, bencilliğine yapılan ironik göndermeler filmin komedi-dram kategorisinde ölümsüz kalabilmesini sağlamış. Bu film, pürüzsüz senaryosuyla Türk Sinema’sını da etkilemeyi başarmış. Kartal Tibet yönetmenliğinde vizyona giren ‘City Lights uyarlaması’ En Büyük Şaban filmi bizi güldürmeyi ve hüzünlendirmeyi gayet iyi başarsa da,  film bitince bizi kalıcı olarak etkileyemediğini diğer bir ifadeyle City Lights’ın büyüsünden yoksun olduğunu rahatlıkla anlayabiliyoruz.

Chaplin yüz ifadesiyle mahcubiyeti ve sevgiyi bir arada yansıtmayı başarıyor. City Lights (1931)

Chaplin yüz ifadesiyle mahcubiyeti ve sevgiyi bir arada yansıtmayı başarıyor. City Lights (1931)

Modern sinemada sessiz filmleri düşündüğümüzde şüphesiz aklımıza ilk gelen film, 2011 yılında vizyona giren ve 2012 yılında 5 Oscar ödülüyle buluşan The Artist’dir. Bu film, Billy Wilder’ın başyapıtlarından Sunset Bulvarı’yla (1950) çok benzer bir konuyu işliyor esasında. Dönemin başarılı aktörlerinden George Valentin’in sesin sinema perdesine yansımasından sonra kariyerinin dibe vurması ve gerek manevi gerek maddi çektiği zorluklar işleniyor The Artist’de. Tıpkı Sunset Bulvarın’daki Norma Desmond’un dramatik yaşamı gibi. Sunset Bulvar’ndan 62 yıl sonrasına ait bir film olmasına rağmen çekim teknikleriyle, dekorlarıyla ve müzikleriyle bizi sessiz film dönemine götürmeyi fevkalade başarıyor. Sessiz film kültüründen bir hayli uzak yeni nesil izleyicilerine, o dönem tarzı bir film sunarak bir nevi kumar oynuyor Fransız yönetmen Hazanavicius. Bu kumarı kazandığı, filmin aldığı sayısız ödül ve iyi bir gişe başarısı elde etmesiyle gayet net tescilleniyor.  Fakat fikrimce bu filmin en önemli başarısı; yeni nesil sinemaseverlerin zihnindeki ‘’Sessiz, siyah-beyaz film sıkıcıdır’’ önyargısını biraz olsun yıkması ve sessiz filmlerin önyargılardan uzak seyirci kitlesine bir adım daha yaklaşarak hak ettiği değeri görme yolunda önemli bir yol katettirmesi.

The Artist filminden bir kesit. Jean Dujardin ve Bérénice Bejo

The Artist filminden bir kesit. Jean Dujardin ve Bérénice Bejo

Sinemanın atası olan sessiz filmler, önyargılara kurban olmadan izlenebildiğinde hak ettiği değeri bulacaktır. Sinemanın gelişimi ancak geçmişinden alacağı dersler ve ilhamlarla mümkün olabilir. Seyircilere ve yönetmenlere geçmişi unutturmamak için de atılacak en önemli adım; The Artist gibi filmlerin günümüz sinema dünyasında daha çok yer edinebilmesiyle gerçekleşecektir.

Leave a Reply