Ah bu insanlar, ah bu biz ne kadar da severiz eleştiriyi. Eleştiri dediysem, bu öz eleştiri veya bizim hakkımızdaki, dışarıdan gelen eleştiriler değil tabi, bu nedenle en iyisi “eleştirmeyi severiz” demek olacak galiba burada. Haksız mıyım? Sevmez miyiz sahi eleştirmeyi? Fikrimiz olsun, olmasın fark etmez, her konuda kendimizi yetkili görür, eleştirir ve en ince detayına kadar buluruz “başkalarının” kusurlarını. Çünkü her şeyin en iyisini, en güzelini biz biliyoruz (!)
Bu yazıya başlamadan önce ben de, hem tiyatroya vakti zamanında ufak da olsa bir emek harcamış ve vakit ayırmış biri hem de hatırı sayılır bir izleyici olarak oturdum ve düşündüm. 12 Mart akşamının 85 dakikasındaki artıları ve eksileri düşündüm, sanki “her şeyin en iyisini biliyormuşum” gibi eleştirmek istedim ve bir kusur aradım tabi. Ama her şeyin en iyisini bilen ben, bu 85 dakikanın 1 saniyesinde bile bir kusur bulamadım. Dediğim gibi izleyici olarak zaten sık sık yolum düşer sahnelere ve bu nedenle oyunlara/programa aşinayım ve şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki Hayvan Çiftliği şu ana kadar izlediğim, izlemeye şans bulduğum en profesyonel, en başarılı oyundu.
Belki de bu kadar etkilenmemin sebeplerinden biri, oyunun içeriğine yabancı olmamamdı. Çünkü şu an oyun haliyle gündemde olan Hayvan Çiftliği, aslında George Orwell’in ilk 1945 tarihinde yayınlanmış siyasi hiciv türündeki romanının bir uyarlaması olarak karşımızda. Hayvan Çiftliği’nde Orwell, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinin kuruluşunu, karakterlere ve olay akışına dönemin Rus toplumundan, liderlerinden ve farklı ideolojilerden anlamlar yükleyerek karakterize ediyor. Bence roman, Orwell’in totaliter sisteme olan eleştirel tavrının yanı sıra, sosyalizmin ve devrim olgusunun, güç sevdası uğruna nasıl saptırıldığını/saptırılabileceğini ortaya koyması açısından da oldukça kayda değer bir bakış açısı sunuyor. Hayvan Çiftliği, zaten sunduğu bu bakış açısı, fabl tarzı anlatımı ve eleştirel tavrı ile şimdiye kadar büyük ilgi görmüş, oldukça popüler hale gelmiş bir kitaptı. Bir de söz konusu sevilen bir yapıtın tiyatro oyunu haline getirilmişi olunca benim gibi merak edip de Akün’e doluşan çok oldu ve eminim herkes satırlarda rastlaştığı Hayvan Çiftliği’ne canlı izlediği haliyle bir kez daha hayran olmuştur.
(İçerikten ve içeriğin öneminden bahsedilirken bence unutmamak gerekir ki; Orwell kadar romanı oyunlaştıran Peter Hall, tercüme eden Özge Kayakutlu ve yöneten Barış Erdenk de böylesine derin ve eleştirel bir yapıtı, 85 mükemmel dakikaya kusursuz bir şekilde yansıtarak kesinlikle unutulmaz bir projeye imza atmışlar.)
Zannediyorum ki içeriğe olan bu yakınlığımdan sonra sahne düzeninin, dekorların ve görsel detayların da oyuna olan bu hayranlığımda etkisi büyük oldu. Sahne düzenine dair her şey en ince detayına kadar düşünülmüştü belli ki. Ahır ve çiftlik atmosferine alışıp sahneyi gerçekten bir çiftlik olarak kabullenmeniz yaklaşık bir 7-8 dakikanızı ya alıyor ya almıyordur. Talaşların uçuşması, etrafın en küçük hareketlerde bile toz duman olması, hayvanların su içme kabındaki suyun ara sıra karakterler tarafından içilmesi ve sıçratılması ile gerçekçilik o kadar doğal bir şekilde sağlanmıştı ki… Zaten sahne kendi haliyle bile oldukça “dolu”ydu yani hem kalabalık bir dekor grubuna yer verilmiş hem de göz dolduran detaylarla hikâye desteklenmişti. Sahnenin en ortasında yer alan kapı ise oldukça gösterişliydi, bütün dikkatleri üzerinde toplayan, üzerine tebeşirle yazılan yazıyı gururla taşıyan kapı, oyun boyunca gözünüzü hep oyunun kilit noktasını oluşturan bu satırlara çekmeyi başarıyordu: “Bütün hayvanlar eşittir, bazıları daha eşittir.”
Olay sadece dekorlarda değildi tabi. Işıklandırma konusunda da ön yargılı bir insan olarak, ışıkların sahnede fazla renkli ve sık kullanıldığı zamanlarda oyunun doğallığını önlediğine, izleyiciyi atmosferin dışında bıraktığına inanırdım, ancak Hayvan Çiftliği’nde ışıklandırma bir an olsun gözüme batmadı, üstelik bazı sahnelerde kullanımının beni oldukça etkilediğini de itiraf etmem gerek.
Oyuncular konusunda nasıl eksiksiz bir yorum yapmalıyım, hissettiklerimi nasıl aktarmalıyım derken çok zorlanıyorum ama bir şekilde paylaşmak istiyorum bendeki bu hayranlığı. Öncelikle ortada çok büyük bir emek ve en ince detaylarda bile profesyonel bir yaklaşım ve özen söz konusuydu. Oyuncuların her biri karakteriyle öyle uyum içindeydi ki, tek perde bir oyunda üstelik de sahnelerinin kısa sürelerle birbirini izlediği bir oyunda bu sıra dışı karakterlere alışmak tahmin ettiğimden de kolay, hızlı oldu. Sahnenin bir köşesinden diğerine geçen, daha doğrusu “zıplayan”, “koşan”, “tırmanan” oyuncularda kesinlikle bitmek bilmeyen bir enerji söz konusuydu. Her bir oyuncu, çiftlikteki bir hayvanı temsil ediyordu; kimini at olarak izlerken kimini domuz veya keçi olarak görüyorduk. Gözünüzde canlandırmak için belirtmekte fayda var: oyuncular için tüy veya deri ile kaplı, hayvan kılığına girmek isteyen herkesin yöneleceği tarzda kostümler tercih edilmemiş ve hayvan karakterler sadece tek tip, tek renk kıyafetler, yüz ve vücut makyajları ile desteklenmişti. Bu kostüm tercihinin altında yatan amacı oyun ilerledikçe daha da iyi anladım. Oyuncular beden dilleri, yürüyüşleri ve pozları ile zaten bir atı, keçiyi, domuzu anımsatıyor, şaşırtıcı bir şekilde izleyiciye bunu inandıracak denli doğal bir bütünlük sağlıyorlardı.
Gerek içeriği ile gerek oyuncuları ile sahnesi, dekoru, ışığı her detayıyla kendine hayran bırakan bu oyun sonrası, koca bir “iyi ki”nin yanı sıra, birkaç düşünce, birkaç soru da uzun bir süre aklı meşgul ediyor doğrusu. İnsan düşünmeden, sorgulamadan edemiyor:
Acaba ideolojiler, sistemler değil de biz miyiz “kötü” ve “yanlış” olan? Sonu gelmeyen isteklerimiz ve alabildiğine bencil doğamız mıdır bizi ayıran, eşitliğimizi bozan? Tabi bütün hayvanlar (bütün insanlar) eşittir ama neden bazıları hep daha eşittir?
Nasıl cevaplayalım şimdi bunları? Ne mi yapalım bu düzen karşısında? Cevabı, eğer varsa da bir çıkar yolu bulanlar bulamayanlara iletsin de artık biz bu sorularda boğulmayalım, doğamıza bu kadar yenik düşmeyelim, birbirimizden daha eşit olmayalım.
Uzun lafın kısası: ben gittim, ben gördüm. İsterim ki siz de gidin, siz de görün, sizin de elleriniz alkışlamaktan yorulsun ama benim gibi bu yorgunluktan müthiş bir keyif alın. (Siz de sorgulayın!) Şu an için Hayvan Çiftliği 13 Mart’tan sonrası bir programda gözükmüyor ancak tekrar tekrar sahnelenen bir oyun olduğunu biliyorum, bu nedenle takibi bırakmamanızı hatta bu çok değerli, çok özel 85 dakikanın peşine düşmenizi öneriyorum.
E olur da bir gün yolunuz Hayvan Çiftliği’ne düşerse, şimdiden iyi seyirler!