TİTANİK : Liverpool’dan New York’a ilk seferinde, bir buzdağına çarparak 14 Nisan 1912 akşamı batan ve Kuzey Atlantik’in buzlu sularına gömülen transatlantik yolcu gemisi. Bu elim kazadan ilham alan James Cameron’un yönetmenliğini yaptığı Titanik filmini izlemeyen yoktur. Filmin başarılarını birkaç cümle ile sıraladıktan sonra asıl üzerinde duracağım noktaya geçeceğim. Öncelikle,  romantik dram film türünün en klasik ve vazgeçilmez örneklerinden biri olan Titanik, sayısız rekora imza atmıştır. Fox ve Paramound şirketleri Titanik ile birlikte büyük karlar elde etmiştir. Film, En İyi Film dahil olmak üzere 11 Oscar ödülü kazanmıştır. Dünyanın dört bir yanından film yapımcıları film için olumlu eleştirilerde bulunmuştur. Filmin klasiklenmiş parçası My Hearth Will Go On listelerde bir numara olmuştur… Önceki satırlarda belirtmiş olduğum gibi benim üzerinde durmak istediğim husus Google’a Titanik yazarak arama yaptığınızda karşınıza çıkan bu magazin başlıklarından oldukça farklı. Tüm derdim, övgüsü bu denli bol olan bir filmin klişeleşmiş olduğunu düşündüğüm bir eleştirisine yeni bir bakış getirmek! Hem de magazinsel övgülere mümkün mertebe değinmeden, zira Titanik psikanalizleri hak etmekte.

O hâlde meramımı anlatmaya başlıyorum, sevgili GazeteBilkent okurları. Titanik ne zaman anılırsa, Leonardo DiCaprio’nun canlandırdığı Jack Dawson karakterinin “yersiz” ölümüne hayıflanılır. Sahne gereksiz bulunur. Kurgu hatası, mantıksızlık, çok saçma ve benzeri sözcükler sıralanır. En nihayetinde, “O koca tahta parçasında ikisine de yer vardı. Rose biraz kaysa ikisi de kurtulurdu!”  cümlesi kurulur. Bu eleştiriye klişeleşmiş dememin yerinde olduğunu düşünüyor ve ekliyorum: Jack ölmeli. Jack’in ölümü kadar yerinde olan bir şey yok.

İlk olarak Titanik’in evrensel bağlamdaki anlamına odaklanmak yerinde olacaktır. Titanik insani deneyim ve duygu evrelerini yansıtmayı başarmış bir filmdir. Zira, Joseph Campbell’in kahramanların gelişimini mitlerden yola çıkarak anlattığı karakter gelişim süreçleri  ile uyum içindedir. Titanik filmi, yazarın The Hero’s Journey adlı kitabında geçen evreler ile birlikte değerlendirildiğinde görülecektir ki Rose ve Jack’in hikayesi evrensel birçok simgeyi ve aşamayı içinde barındırmaktadır. Bu doğrultuda James Cameron, Los Angeles Times’a yazdığı mektubunda bilinçli olarak Titanik’te evrensel aşamalarla uyum içinde bir yol izlediğini yazmaktadır. (Vogler, 238) Cameron insanlığa dair en temel görüntüleri yani arketipleri filminde barındırmayı tercih etmiştir. Böylelikle de Titanik’in her kültürden ve her yaştan insana dokunmasını başarmıştır. Cameron, adeta okyanusun derinliklerine gömülen bir gemiden, soru soran ve yaşamın nasıl yaşanması gerektiği hakkında fikir veren bir film yaratmıştır. Yani, Titanik aşk filmi değil, kayıp hazineyi bilinçaltından kurtarmanın filmidir. Bu bağlamda, yönetmenin bunu nasıl başardığına yani The Hero’s Journey’i nasıl aktardığına odaklandığımızda neden o koca tahta parçasında hem Jack için hem Rose için yer olmadığını anlayabiliriz.

Denize uzun süre gömülü olan Titanik’in keşfi bir nevi Rose’un bilinçaltında saklanan kayıp hatıraların keşfidir. Rose’un bilinçaltında saklanan kayıp hatıralarsa aslında insanlığın kayıp hatıralarına karşılık gelmektedir. Bu noktaya açıklık getirmek gerekirse kendimizi bir filmin kahramanı olarak ele alalım. Tıpkı Yaşlı Rose’a karşılık gelen Titanik gibi bizi kimi zaman yüreklendiren, kimi zamansa karamsarlığa sürükleyen anılarımızı düşünelim. Değerli anılarımızı deneyimlememizden önce Campbell’in deyimi ile Ordinary World‘de yani Sıradan Dünya‘mızda yaşamaktayız. Bu bağlamda; kusurlarımızın olduğu, henüz tam anlamıyla bireyselleşmeyi başaramadığımız ve benliğimize dair farkındalığımızın kısıtlı olduğu dönemimizin Sıradan Dünya’ya karşılık geldiğini söyleyebiliriz. Genç Rose’un istemediği biri ile nişanlı olması, yaşadığı çevreye kendini ait hissetmemesi ve intihar etmek dışında kendine hayatta bir yol bulamaması Rose’un Sıradan Dünya’sına karşılık geliyor. Yani Cameron, Rose’un esas sorununun özgür olamamak ve hayatıyla ilgili kararlar alamamak olduğu bir dünya çizmekte.

Sırayla gidecek olursak, Sıradan Dünya‘dan hatırlanmaya değer günlerimizin oluşumu yani anıların ortaya çıkışı ise hayatımıza dahil olan Jack Dawson’lara karşılık gelmekte. Yani, Rose’a aşk ilhamları aracılığıyla birey olmayı hatırlatan bir karakterden bahsediyorum: Rose’u gerçek bir partiyle tanıştıran, onu ata ters binme hayallerini gerçekleştirebileceği doğrultusunda cesaret veren, yıldızlara gidelim cümlesini kurmasına sebep olan ve en nihayetinde batan bir gemiden ailesiyle birlikte sağ olarak kurtulabileceği filikadan atlayabilme cesareti verdirten bir karakter. Bu bağlamda; Jack Dawson, Rose’un Special World’üne yani Özel Dünya‘sına girmesinde bir nevi onun mentor’u olarak filmde yer alıyor. Filmde dikkat çeken diğer bir unsursa, canı nereye isterse oraya gidebilen kimseye bağlı olmayan ve iliklerine kadar bu durumdan keyif alabilen tek karakterin Jack olması. Jack’in en can alıcı noktalarından biri, gidebilme özgürlüğünün maddiyatla ilgisi olmaması. Yani, Rose’un çevresindeki birinci sınıf kamarada yolculuk yapan erkeklerin ekonomik özgürlüğünün getirdiği türden bir modern dünya hürlüğü Jack için söz konusu değil. Filmde büsbütün Jack’in doğası gereği sahip olduğu bir özgürlüğü izliyoruz. O halde Jack Dawson’un neden mentor arketipi görünümünde olduğunu en basit anlamıyla bu detaydan anlayabiliriz. Bu metaforları somutlaştırmak gerekirse, yine hayatımızdaki önemli anılarımıza dönelim. Bu anılardaki itici figürü hatırlayalım. Benliğimize dair farkındalığımızın arttığı, kusurlarımızla tanıştığımız ve en nihayetinde onları aştığımız Özel Dünya’mıza kiminle geçtik? Yakın bir arkadaşımız, ailemizden biri, ilkokul öğretmenimiz, hoşlandığımız kişi mentor arketipine karşılık gelebilir. Demek istediğim bu kişi herkes olabilir, yeter ki Sıradan Dünya ve Özel Dünya kavramlarının sizdeki anlamlarına ışık tutan biri olsun.

Bu bağlamda, mentor‘umuzu yani Jack Dawson’umuzu kaybetme evremize geçiyoruz. Jack Dawson’ların hep hayatımızda olduğu bir gelecek hayal edebiliyor musunuz? Hayatınızın bir kesitinin değişmesine neden olacak derecede size dokunmuş kişi hayatınızdan çıkmadan, ondan öğrendiklerinizi onsuz yaşamayı deneyimleyebilir miydiniz? Rose, Jack’i kaybetmeden özgür olabilir miydi?  Rose’un kendisine kendini ispatlaması için Jack’i kaybetmesi gerektiğini düşünüyorum. Jack olmadan da istediği yere gidebilmeyi başarabilmesi gerekiyordu. “Ama aşk?” diyenleri duyar gibiyim. Evet, Jack ve Rose planladıkları gibi gemiden birlikte inebilir ve aşkı deneyimleyebilirlerdi. Ancak, aşk Titanik’te hiçbir zaman üzerinde durulan olgu olmadı. Rose hiçbir zaman aşık olmak istiyorum veya evlenmek istiyorum demedi. Hiçbir zaman happily ever after hayali kurduğu bir Sıradan Dünya Rose için söz konusu olmadı. Rose yalnızca, canı nereye isterse oraya gitmek istediğini anlattı. Tıpkı her insanın hayatımıza bir rolle dahil olması gibi, Jack Dawson da bir aşk Maske‘si ile Rose’un dünyasına girdi. Bu durumları göz önüne aldığımızda neden o koca tahta parçasına sığmadıklarını anlıyoruz.

İzlediğim ilk film olduğu için bende her zaman özel bir yeri olan Titanik’in çoğaltılması mümkün olan çeşitli argümanları, bana kalırsa tek bir temaya odaklanıyor ve tutarlı bir tasarım oluşturuyor: Her insanın hayatımızda bir rolü var, rolleriyle bizi Sıradan Dünya‘mızdan alıyorlar ve Özel Dünya’mıza ulaştırıyorlar. En nihayetinde, hayatımızdan bir şekilde çıkmaları gerekiyor. Çıkmaları gerekiyor, zira onların kattıklarını onlarsız yaşamayı da deneyimleyebilelim. Aslında her şey Özel Dünya‘da kendi kendimize tutunabilmekten ibaret.

Yazı Carl Jung, Joseph Campbell ve Christopher Vogler’in teorik tespitlerinin bende karşılık bulan Titanik filmi ile harmanlanmasının ilhamıdır. İlgilenener sırasıyla yazarlara ait The Archetypes and the Collective Unconscious, Hero’s Journey ve The Writer’s Journey: Mythic Structure for Writers adlı kitapları okuyabilir.

Leave a Reply