Jacques Derrida ve Gayatri Spivak

20. yüzyıl Fransız felsefesi (French Theory) ve postyapısalcılık denince Gilles Deleuze, Jacques Lacan ve Michel Foucault’nun yanı sıra akla ilk gelecek isimlerden biri de Jacques Derrida’dır. Derrida, özellikle edebi teoriye temel oluşturacak düşüncelerini yazıya dökerken çoğu zaman felsefenin sembolik dilinin dışına çıkıyor gibi gözükse de yazılarıyla hem edebiyatın hem de felsefenin beslenebileceği, bir yandan yoruma olabildiğince kapalı ve aykırı, öte yandan ise paylaşımcı ve reflektif bir etkileşim alanı yaratmıştır. Derrida’nın Gayatri Spivak tarafından İngilizce’ye çevrilmiş Of Grammatology eseri, felsefe tarihinin en kapsamlı Rousseau eleştirilerinden biridir ve kimi aydına göre Rousseau’nun alenen kaleme almayı tercih etmediği, ancak söylevlerinin ardında mevcut olan, üstü kapalı ‘ek düşüncelerin’ bir tür deşifresi olma niteliğini taşır. Derrida’nın Of Grammatology’sinin esas gayesi, yazma eylemine (Yunanca’da ‘gramma’ harf, yazı anlamına gelir) ve bu eylemin Batı felsefesindeki yerine dikkat çekmektir. “Yazmaya, özellikle de farklı şekillerde yazmaya başladığımızdan, okumayı da farklı şekillerde yapmalıyız” der. Derrida yazma eylemine dair bu keşfinde kendini, sözlü konuşmayı yazıdan üstün tutan Batı felsefi öğretisiyle sınırlandırmaya özen göstermiştir; bu noktaya kadar Rousseaucu ilkelere olan benzerliğiyle (hatta bağlılığıyla) dikkat çeker. Rousseau’yu okuma ve anlama sürecinde bu ilkeyi muhafaza ederken ileride gelişip farklılaşacak olan ideolojisini yine Rousseau’nun eserlerine yaptığı yenilikçi okumayla, özgün teorileriyle yoğuracaktır.

Türkçe’ye İsmet Birkan tarafından Gramatoloji ismiyle çevrilmiş eser, Derrida’nın felsefik karakterine genel bir bakış gibidir ve iki temel kısımdan oluşur: Rousseau’nun alenen savunduklarını irdeleyerek onlara farklı boyutlar kazandıran, onların derinine inen ve yine onun söylemlerine potansiyel ufuklar vadederek ürettiği teorilerini tanıttığı birinci kısım ile bu teorileri, okumasını yaptığı Rousseau’nun metinlerine uyarladığı ikinci kısım. Derrida’nın teorileri bahsi geçtiği gibi ‘bilinç akışıyla’, yani birinci kişinin ağzından ve olduğu gibi konuşulan dilin, dilin bütününü (kendisini) oluşturduğundan yola çıkar. Buna göre düşünce ve dolayısıyla gerçeğin esas çıkış noktası dildir, ya da basitçe, konuşmaktır. Bu olgu, yazının konuşmanın yalnızca bir türevi olduğu fikrini ortaya koyarken aynı zamanda yazıya ikincil bir rol yükler; dolayısıyla düşüncenin katıksızlığı ve gerçeği temsil edebilmesi yalnızca birinci ağızdan yapılan konuşmanın öncül rolde muhafaza edilmesiyle, diğer bir ifadeyle dilin kendisinin düşünceye bir platform sağlamasıyla mümkündür. Yazı, sahip olduğu ikincil (yan) işlevle bunu başaramaz ve yalnızca düşüncenin bir temsili olma niteliğini taşırken konuşma, düşüncenin ideali ya da gerçekliği olarak anılır.

Jacques Derrida ve Michel Foucault

Derrida’nın ortak olduğu bu öğreti konuşma varken yazı eylemini ‘tercih edilmez’ konumuna getirmiş, insanlık tarihi boyunca yazının sistematik olarak dışlandığını ve konuşmaya erişim sağlanamadığı durumlarda yazının dışarıdan, orijinal olmayan bir müdahale olarak kategorize edilidiğini öngörmüştür. Bu yönden Derrida ile Foucault’nun yazıya yönelik teorileri bir noktada buluşur: Foucault seks, cinsiyet kimliği ve toplumsal cinsiyet gibi yapıların, 19. yüzyılda bu kavramların üzerine yapılan devamlı münakaşalar ve yazılan yazılar yoluyla ‘icat edildiğini’ öne sürer. Elbette daha öncesinde insanların kendilerini bir biyolojik cinsiyete, hatta toplumsal cinsiyete atfettiği olmuştur; fakat bu yazıların yazılmasıyla bu yapılar insanların kendilerini ifade etmeleri için birer vasıta haline gelmiştir (heteroseksüel erkek, lezbiyen kadın, trans erkek gibi). Foucault ve Derrida burada benzeşseler de iki filozofun bütüncül olarak sundukları teori oldukça farklıdır: Derrida, çeşitli metinlere devamlı olarak yaptığı okumayla teorisini şekillendirirken Foucault metinler hakkında okuyucuda genel bir anlayış oluşturmak için yalnızca çarpıcı örnekler seçer. Foucault yazılıp çizilenlerin bilgiye ulaşmada azımsanamayacak bir verim ve yaratıcılık sağladığını savunurken Derrida bu yazılanların teoride ne ölçüde tutarlı olduğunu inceler. Bunun yanı sıra Derrida için dil, tıpkı Saussure için olduğu gibi farklılıkların bir araya gelip anlamı belirlediği bir sistemden oluşur. Örneğin; hava güneşliyken dışarı bakıp “İçim kan ağlıyor.” yerine “Hava ne güzel!” demek, ya da bir işletmede aldığımız hizmet karşılığı “Yine bekleriz.” değil de “Teşekkür ederim.” ifadelerini kullanırken dilin kapsadığı bu ‘farklılıklar düzeni’ unsurunu bir vasıta olarak ortaya koymuş oluruz. Fakat Derrida’nın Saussure ile hemfikir olmadığı bir nokta vardır ki o da bu mantığın retorik, edebiyat ve mecaz gibi durumlarda işlemediği ve bu gibi durumlarda teoriyle ilgili çelişkinin giderilmesi için Saussure’ün söyleminde değişikliğe gidilmesi gerektiğidir. Böylelikle Derrida, dilin bu özelliği için İngilizce difference ifadesi yerine kendi teorisi kapsamında differance terimini kullanmayı yeğlemiştir. Bu terim onun Rousseau okumasında sıkça benimsediği bir terim olmuş, onun için Saussure’ün öngördüğü farklılıklardan oluşan bir düzeni ifade etmekten çok dilin oluşturduğu çeşitli geçici koşullarda ayrım yapabilme sağduyusunu ifade etmiştir.

Saussure, göstergebilime katkıları ile bilinir. Tanıttığı ‘signifier’, ‘signified’ ve ‘sign’ kavramlarının bir gösterimi

Derrida’nın Rousseau okumasına geri dönelim. Konuşmanın düşünce ideali, yazının işlevinin ise konuşmanın yerini almak olduğundan bahsetmiştik. Rousseau daha da ileri gidip yazının konuşmanın varlığı için bir ‘hastalık, bozukluk’ arz ettiğini bile öne sürmüştür. Rousseau’nun ideolojisine ilişkin dikkat çekici diğer bir unsur ise her ne kadar yazdıklarının teması değişse de söylemlerinin bir tür mutlaklık temsil etmesi ve hemen her makalede aynı fikir rotasını izlemesidir. Rousseau, ünlü İitraflar’ında ‘toplumda kendisini yalnızca dezavantajlı değil ayrıca olduğundan tamamen farklı biri olarak tanıtacağından ve toplum içinde olması durumunda insanların onun değerini asla bilemeyeceğinden’ bu eseri yazma kararı aldığını söyler. Derrida’ya göre onun bu ifadesi, eserlerinde izlediği kalıplaşmış fikir rotalarını açıklar niteliktedir; çünkü kaynağında katıksız(!) olan konuşmasından yazınına aktardıkları, diğer insanlara karşı demeç şeklinde yaptığı o içten, günlük konuşmalardan farklıdır. Rousseau’nun, anlatımında bu tür konuşmaların yerini alması için birtakım ‘tamamlayıcılara’, yazma eylemine ihtiyacı vardır; yani her ne kadar yazıyı zararlı bulsa da söylemlerini tamamlamak için onu konuşmanın yerine koyar. Derrida’nın ‘tamamlayıcılara’ yönelik teorisi burada hayat bulur (theory of supplements). Bu durumla eş zamanlı olmak üzere Derrida’nın bu tespiti, differance fikrini de ‘tamamlayarak’ teori kapsamında yazı için biçilen bu beylik (temsili, ikincil) rolü tersine çevirerek onu bu sefer elzem olduğu bir konuma getirir; bu suretle yazı gibi her bir tamamlayıcı birimin farklı koşullarda yazar ve okuyucunun ‘ayrım yapma’ işlemine tabi olduğunu görürüz. Böylelikle differance kapsamında yazının tamamlayıcı rolde dil ile (dolayısıyla konuşma ile) hem tutarlılık hem de ona karşıtlık gösterdiği dahili bir denge durumunda olduğunu söyleyebiliriz.

Derrida, aynı okumayı Rousseau’nun güneyde konuşulan dil ve kuzeyde konuşulan dil ile müzik ve resim sanatına ilişkin teorisine de yapmıştır. Rousseau’nun dile yönelik teorisini kurma şekli onun spekülatif, devinimli felsefesine aykırıdır çünkü yazdıklarına göre güneyde konuşulan dil (sıcak, canlı, değişen) ile kuzeyde konuşulan dil (soğuk, monoton, dolaysız) iki ayrı köken temsil eder. Fakat Rousseau’nun teorisinin işleyebilmesi için bir taraftan da güneyde konuşulan dilin yol kat ederek kuzeydeki dile evrilmesi gerekmektedir çünkü güneydeki dil, kökeni itibarıyla Rousseau’nun dil idealiyle daha çok benzerlik gösterir. Yani dilin çift kökenli olmaktansa tek kökenli olup ve zamanla evrim geçirip (güneyden kuzeye) bir diğerini oluşturması beklenir. Bu açıdan, yine differance ilkesiyle paralel olarak bu iki dilin teoriyle tutarlılık gösterebilmesi, onların bir yandan da birbirlerine yapısal bir karşıtlık oluşturmasına bağlıdır. Kuzeyde konuşulan dil güneyde konuşulanı tamamlar, ama aynı zamanda iki unsur birbirini saf dışı bırakır; çünkü Rousseau’nun dil idealine göre dilin çift kökenli olmaması gerekir. Tamamlayıcıların ve tamamlananların iç içe olduğu söz konusu ‘dahili denge durumuna’ burada da rastlarız.

“The supplement drives us wild.”

Kaynakça:

McDonald, Christie V. The Eighteenth Century, Vol. 20, No. 1, University of Pennsylvania Press (Winter 1979), pp. 82-95.

Culler, Jonathan D. Literary Theory: a Very Short Introduction. Oxford University Press., 2011 pp. 10-12

Leave a Reply