Karantina döneminde düşünce tarzını ciddi ölçüde değiştirerek kendisi hakkında önemli kararlar alan bir arkadaşım bana bu değişimin sebebini şöyle açıklamıştı: “İnsan dışarıya dönüp başkalarıyla etkileşime giremediğinde, içine dönüp kendisiyle çarpışıyor.” Gerçekten çevresinde dikkatini verebileceği başka bir şey olmadığında kişi kendisini incelemeye başlıyor. Karantina sürecinde bu durum elbette ki arttırmıştır ama bu kendine dönme sürecinin sadece bu dönemde olduğunu söylemek çok yanlış olur diye düşünüyorum.

Geçen sene, üniversitedeki ikinci yılımdı. Özellikle ilk dönem, kimseyle derin ilişki kurmak istemediğim, yalnız vakit geçirmekten hoşlandığım ve ne zaman tek başıma kalsam kendimi sorguladığım, bu sorgulamadan oldukça da memnuniyetsiz kaldığım bir dönem geçirdim. Bu memnuniyetsizlik beni çok kötü bir ruh haline sokuyor, fiziksel ve ruhsal olarak yoruyor, kendime güvenimi yerle bir ediyordu. Hayatımın şu anına kadar en kendine güvensiz olduğum dönemi de bu dönem olabilir. Bunun sebebini araştırırken, birinci senemde okula alışma, arkadaş edinme, derslere uyum sağlama gibi hayatımdaki birçok yenilikten dolayı kendim hakkında fazla düşünmediğimi fark ettim. Kendim hakkında düşünmeye vaktim olduğunda da hoşuma gitmeyen ve değiştirmek istediğim yönlerimi daha net görmeye başlamıştım. Before Sunrise filminde Jesse, insanların devamlı kendileriyle olmaktan çok sıkıldıklarını ve bu yüzden kendilerinden nefret ettiklerini söylemişti. Gerçekten de elimizde kendimizden başka hiçbir şey yok ve bu durum bazen yorucu bir hal almaya başlıyor.

            Son zamanlarda izlediğim filmlere göz attığımda, genel olarak bende hep bir melankoli ve yalnızlık hissi bırakan filmler izlediğimi fark ettim. Lost in Translation, en sevdiğim filmlerden biri. Bunda Japonya’da geçiyor olmasının mutlaka bir katkısı vardır ama bunun ötesinde az önce bahsettiğim yalnızlık ve melankoli hislerini, içimi garip bir şekilde ısıtan farklı bir duyguyla karıştırarak önüme koyuyor bu film. Sıcak sütün içine bal karıştırır gibi bir his beni saf ve yoğun bir şekilde sarmalıyor. Büyük şehirler- henüz hiç gitmemiş olsam bile benim için özellikle Tokyo- milyonlarca insanın içinde olsa bile kişiye yine de bir şekilde yapayalnız hissettiriyor. Lost in Translation’da da bunu iliklerime kadar hissediyorum. Scarlett Johansson’ın karakteri Charlotte’un otel odasında yalnız bir şekilde Tokyo’yu izlerken telefonda annesine ne kadar eğlendiğini söylediğinde; Bill Murray’in karakteri Bob reklam çekimi sırasında ne yaparsa yapsın kameramanla anlaşamadığında, iki insanın milyonlar içerisinde hissettikleri isolation hissini, her şeyiyle yaşıyorsunuz. Latince “ada” anlamına gelen insula’dan türeyen isolation kelimesi, bu his için gerçekten çok uygun. Uçsuz bucaksız denizin ortasında bir başına…

            Bu hissi yaşadığım bir başka film de Chungking Express. Film, uzun süredir eski sevgilisinin onu aramasını bekleyen genç bir adamla başlar. Eski sevgilisi May, ananası çok sevmektedir, kendisinin doğum günü de 1 mayıstır. Adam her gün, son kullanma tarihi 1 mayıs olan bir ananas konservesi alır, o konservelerin son kullanma tarihi geçtiğinde, May ile olan aşklarının da son kullanma tarihi geçecektir. 1 mayıs geldiğinde adam bütün konserveleri açıp hepsini teker teker yer. Hong Kong gibi insanlarla dolu bir yerde, adam boş ananas konserveleriyle dolu adasının üzerinde yapayalnızdır.

            Bu yalnızlık ve izole edilmişlik hissi, bazen insanın üzerine ağır bir battaniye gibi çöküyor. Bu duyguları yaşarken hareket edemediğimi hissettiğim, üzerimdeki ağırlıktan bir türlü kurtulamadığım ve kendi içimde kısılı kaldığımı hissettiğim anlar oldu. Hala da oluyor. 17. yüzyılda John Ray, “loneliness” kelimesini, “far from neighbours” olarak tanımlamış. John Milton da Kayıp Cennet eserinde İngiliz edebiyatının ilk “lonely” karakterlerinden birini yazmş: Havva’yı kandırmak için Cehennem’den Cennet’e “lonely” adımlar atan Şeytan.* Ancak burada yazar Şeytan’ın hislerinden değil, Cehennem ve Cennet arasındaki, kimsenin adımını atmadığı boşluktan bahsetmiş. Ancak bizim anladığımız anlamıyla “loneliness,” artık çevremizdekilerden uzak olmak değil. Bu yalnızlık ve izole edilmişlik, zihinlerimizin içinde kendine yer buluyor ve çoğu zaman çevremizde insanların bulunmasıyla çözülebilecek bir histen çok daha fazlası oluyor. Yeni zamanların ve toplumdaki bireyselleşmenin bizlere kötü bir hediyesi bu. O küçücük izole adamızda bile kaybolduğumuzu hissediyoruz. Ama bu kadar umutsuz olmaya gerek yok. Lost in Translation, bana bunu da gösteriyor. Ne kadar yalnız, ne kadar kaybolmuş olursanız olun, sizinle aynı yalnızlığı ve kaybolmuşluğu paylaşan birileri mutlaka var. One Room With a View sitesi yazarlarından Tom McAdam’ın Lost in Translation için yazdığı sözleriyle:

            “And its words and images leave you with a sense that no matter where you are in the world, no matter how much loneliness you experience, or how inescapably lost you feel; there is always someone willing to get lost with you.”

LOST IN TRANSLATION, Bill Murray, Scarlett Johansson, 2003, (c) Focus Features/courtesy Everett Collection

Kaynaklar

*A History of Loneliness, Worsley, 2018.

www.etymonline.com

Lost in Translation and the Lonely City, McAdam, https://oneroomwithaview.com/2018/10/04/lost-in-translation-lonely-city/

Leave a Reply