“Bakma sen, kuşlar bir uçumluktur ne de olsa
Denizler bir fırtınalık görkemli
Bizse kendimizi insan olarak
Bir tohum gibi dikmişiz sonsuzluğa.”
(Edip Cansever)
Pek çok film izledim bugüne kadar, tutmadım sayısını. Sinemanın henüz emekleme döneminden, hayat hikâyeleri daha yeni doğmuş bebeklerle yarışan genç filmlere kadar. İlk duyuşta filmlerin hayatlarını yeni doğmuş bebeklere benzetmek kulağa tuhaf gelebilir. Ama filmler de insanlar gibi değil midir, anlatmaya değer hikâyeleri olduğu sürece? Tanıştıkları insanlara kendilerinden bir parça katarlar. Yeni bir kapı açarlar veya bir kapıyı kapatıp önümüze bakmamızda yardımcı olurlar bize. Filmlerde iyiliği, kötülüğü, sevmeyi, sevilmemeyi, dostluğu görürüz. Çocukluğumuzdan bir hatıradırlar bazıları, bazıları ise gelecekten bir parça. Uzaklardan gelen bir seyyahmışçasına bambaşka diyarlardan ilginç masallar sunar filmler bize. On The Waterfront (1954) da benim için bunlardan biri. Film adeta bizlere her zaman ortada olan ama çoğu zaman unuttuğumuz o gerçeği haykırıyor: Dünyada bizimkinden farklı, çok değişik hayatlar var.
Rıhtımlar Üzerinde, orijinal adıyla On The Waterfront, Baba’dan tanıdığımız Marlon Brando’nun henüz çok gençken hayat verdiği Terry karakteriyle insanda haksızlığa ve düzenbazlığa karşı çıkma duygularını canlandıran bir Elia Kazan başyapıtı. Filmin eşsiz hikayesi ve insanı sarsan duruluğunun yanı sıra Marlon Brando gibi sinema tarihinin önemli bir ismini daha kariyerinin başındayken gözlemleyebilmek için de önemli bir fırsat.
Film bittikten sonra hissettiklerimi daha önce de yaşamış gibiydim. Frank Capra’nın Mr Smith Goes To Washington’unu (1939) da insanı aynı hislere sevk ediyordu. Üzerinde akbabaların uçmak için hazır beklediği yozlaşmış bir düzen… Dönüp bakınca insan pek de şaşırmıyor açıkçası. Yazılanlar, çizilenler ve çekilenlere rağmen hâlâ sürüyor bir ısırgan gibi dünyamızı boğan bu düzen. Ne var ki Capra’nın kimi zaman insanı gülümseten saf anları, tatlı esprileri ile Kazan’ın On The Waterfront’unda karşılaşmıyoruz. Bize sunulan, yumuşatılmamış ve sonu iyi bitmeyen acı bir gerçek. Belki de Capra ve Kazan’ın benzer konuları işlerken birbirlerinden nasıl ayrıldıklarını gözlemleyebilmek açısından da bu dikkat çekici bir nokta.
On The Waterfront’ta beni etkileyen iki temel öge var: Biri, Terry karakterinin kişiliğindeki dalgalanma; öbürü ise yakınılan, yolsuzluklarla dolu bir düzen. Terry karakteri, üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin ilgimi çekmeye devam edecek. Bir kere Terry’deki uyanışın yaşandığı sahnede onun yüreğindeki kırılmayı hissedebiliyor insan. Hayatta var olan bir şey bu, diyorsunuz. Gerçek sinema bu olmalı diye düşünmekten kendinizi alıkoyamıyorsunuz. Bir adamın katledilmesinde istemeden de payı olduğunu öğrenen bir insanın yüreğinde esen çöl rüzgarının yüzünü yalayıp geçmesi, bu sahne olmalı diye içinizden geçiriyorsunuz. Terry’nin hikâyesi tahmin edilebilir diye düşünmüştüm başta. Tabi, yılın 1954 olduğunu unutmamak ve klişeler hakkındaki değerlendirmelerimizi dünün penceresinden yapmak gerek.
Ne çok çocuk var kim bilir, yetiştirme yurdunda ağabeyi ile hayatın acımasızlığına karşı mücadele etmeye çalışan. Başkalarının elinde oyuncak olmamak için çırpınan… Burada insanı nefessiz ve elleri bağlı bırakan bir detay geldi hatırıma. Peki, güvendiğimiz, arkamızı yasladığımız koruyucumuz, bizi çıkarı için oyuncak yaptığında ne hissederiz? Herkes kendini hayatla tek başına mücadele etmek için hazırlamalı ama kimse bunu tek başına yapmak zorunda kalmamalı. Zaman ilerleyip hayat mücadelesi yoğunlaştıkça insan fark ediyor ki hayatta başına gelebilecek en güzel şey güvenebileceği ve onu sevdiğini hissettiren bir insan oluyormuş.
Ne zaman yüreği iyilikten kötülüğe doğru kaymak üzere olan bir insan görsem hayalî bir resmi yansıtırım zihnimdeki perdeye. Bir adam, yüreğine kötülük taşıyan arabanın vahşi atlarının dizginlerini elinden kaçırmak üzere… Bir kırılma noktasını temsil eder bu, belleğimde. Son anda dizginleri geri alabilecek iradeyi bulmak ise bir günah çıkarma değil, belki bir daha geri çıkılamayacak bir katran kuyusuna düşmeyi engelleyecek bir fren mekanizması olarak görülmelidir. Terry’nin hikayesi de bende böyle bir izlenim bıraktı.
Olaya Terry’i bir adım arkama alarak sosyal boyuttan baktığımda ise yine tanıdık ve acı bir manzarayla karşılaşıyorum. Elindekini kaybetme korkusundan dolayı kendilerine verilene kanaat eden, ezilmiş ve sindirilmiş insanlar… Bu, tanıdık bir duygu tarihten. Ve bir kez daha bir örneğini görüyoruz ki büyük devrimler, en baskıcı zamanlarda insanlar yoksulluklarına ve ezilmişliklerine ellerindekini kaybetme pahasına itiraz edebildiklerinde gerçekleşiyor. Bu gerçeği yeniden görmek, daha iyiye ulaşmak için çabalayan biz insanlar için ne kadar iyi, pek emin değilim. Ancak günümüz sinemasının süper kahramanlara boğulmuş fantastik dünyasında On The Waterfront gibi eserlere giderek daha az şans tanınıyor olmasından daha kötü olmadığı da aşikâr.
Dönüp bir kez daha baktığımda şunu fark ediyorum: Bir şeylere itiraz edebilen, “derdi” olan bir filmi izlediğimde, bir romanı okuduğumda ya da bir şarkıyı dinlediğimde bambaşka yıllarda, bambaşka memleketlerde hayat mücadelesi veren insanların hikâyelerine; adaletsizliğin, merhametsizliğin ve hatta merhametin insan ruhu üstündeki akislerine yıllar sonra kendi evimden ulaşabilmek ne kadar değerli.
KAYNAKÇA
KAZAN, Elia. On The Waterfront. 1954. Columbia Pictures-Horizon Pictures. Film
CAPRA, Frank. Mr. Smith Goes To Washington. 1939. Columbia Pictures. Film