İnsanlığın ilk adımları her inanışta farklı varlık ve olaylarla betimlenir, anlatılır. Kimileri Âdem ve Havva’nın yasak elmasıyla başladığını söyler kimisi ise büyük patlamaların, devasa yıkımların bizi var ettiğini. Gelişimizin ardındaki sır perdesini belki hiçbir zaman tam olarak aralayamayacağımızı belki günler belki aylar boyunca düşündükten sonra kabullenebilmiştim ben kendi adıma ama bu sefer de ilk adımımızdan sonraki atılan her bir ayağın daha silik, daha görünmez olması beni düşündürmüştü. Neden geldiğimize dair bir cevap verememek değil ama niçin bu kadar acılı ve sancılı olmasına rağmen yaşamaya devam ettiğimiz kurcaladı kafamı her tökezlediğimde, hayatın yükü omuzlarımı kademe kademe düşürdüğünde. Sorguladım hep mi böyleydi insan zihni yoksa insanoğlu gelişirken yaşama olan bağlarımız gerilemeye mı başladı diye. İlk insanın da mı beyninin içinde dolaşan, ona neden hâlâ var olduğunu sorgulatan bir kurt vardı sorusu dönüp dururdu zihnimde. Ben neden var olmaya devam ediyorum ve bunları sorgulamak normal mi diye düşünmekten hayatı kendime zehrediyordum.
Düşüncelerime yön veremez, onları kontrol edemez noktaya geldiğinde ise nasıl yönetebilirim onları diye cevap aradım, beni boğulduğum yerden çıkarıp derin bir nefes aldıracak. Kitaplara, filmlere gömüldüm; yazarlar, yönetmenler de benim gibi mi hissediyor anlamak için. Herkes gibi olduğumu görmek ve bu düşüncelerin normal olduğunu anlamak rahatlatır belki zihnimi dedim. Tam o zamanlarda Murathan Mungan’ın Dokuz Anahtarlı Kırk Odası çıktı karşıma. Dokuz ayrı hikâyeden oluşan kitapta aşina olduğumuz masal kahramanlarından absürt mesleklere kadar gerçekdışı birçok şey bulunmasına rağmen hayatın ta içinden hisler cümlelerden taşıyor. Her insanın kapısının anahtarı ne kadar farklıysa kapının içindeki dertlerin bir o kadar aynı olduğundan bahsediyor kitap. Öykü temizleyiciliği yapan bir karakter var örneğin hayattan göçüp giden her masal kahramanının hayat hikayesini temizleyen. Yaşarken ne kadar değerli olursa olsun veda ettikten sonra orada burada kalmış hayatımızın tozlarını toplayan bir karakter. Bunların hepsine karşılık dokuz hikâye sonunda görüyoruz kimsenin izi silinmiyor aslında, biz insanlar genetik bir hastalık yayar gibi hayatlarımızı ve yaşadıklarımızı da nesilden nesle aktarıyoruz. Hep bir farklılık arıyoruz, kendi anahtarımızı başka kapılarda deniyoruz farklı biri olmak adına. Sürekli çabalıyoruz olduğumuzdan farklı görünmek için. Ben de tıpkı öyle yaptığımı fark ettim bu kitap dolayısıyla. Kendi hayatım ağır geldikçe başka kapıları zorladığımı ve zorladıkça bir boşluğun içinde mahfuz olduğumu. Kendi zihnimin kapısını açmak yerine başka hayatların kapısını zorlarken elimdekini de kaybettiğimi anladım. Boşlukta savrulmak aslında bana hayatımı sorgulatıyordu, o yiyordu için için beni. Olmadığım gibi davranmak, hissetmediklerimi sanki kalbimden dökülenler onlarmış gibi anlatmaktı aslında sorun. Zihnimde büyüyen kurdun, cevapları olmayan sorular olduğunu düşünmüştüm ama o kurt bizzat kendimmiş. Yirmi yaşında öğrendiğim en yeni hayat dersini de bu kitap sayesinde almış oldum, yani hayatta neden var olduğumun cevabını sadece kendi anahtarımı kullanarak bulabileceğimi. Murathan Mungan’ın da dediği gibi “Birilerinin, asıllarını kaybettiği anahtarların yedekleriyle açmaya çalışıyoruz kendi hayatımızın kapılarını. Çarşılar, hatıralar, farklı zamanlara ve hayatlara dağılmış eşyalar arasında dolaşırken kendi takvimimizden dışarı taşıyoruz. Önümüzden geçip giden zaman, bizim zamanımız mı?”.