“Galata’da Voyvoda Karakolu’nda kumandan bir tabur ağası var imiş. Ahali-i Hıristiyaniyye (Hıristiyan ahali) ara sıra bir Müslüman’ı yakalayıp karakola götürür ve “Bana gâvur dedi” diye mücazatını (cezalandırılmasını) ister imiş. Tabur ağası “Ay oğul anlatamadık mı? Şimdi Tanzimat var, gâvura gâvur denmeyecek. Söyleye söyleye dilimizde tüy bitti!” diye kabahatliyi tekdir ve tevbih eyler (azarlar) imiş.
Son Osmanlı Vakanüvisi, Abdurrahman Şeref Efendi
Selman Yalvaç kardeşime ithafen,
Osmanlı’da vakanüvislerin (resmi tarih yazıcıları) sadece devletin ve devlet görevlilerinin başından geçen olayları değil, aynı zamanda toplumda yer almış ve enteresan olarak nitelendirilebilecek bir takım olayları da kaleme aldığı görülür. Yani, günümüzde akıllara gelen bir tarih yazımından uzakta bir tarih yazımı söz konusudur; elbette, o dönem insanının tarihe bakış açısıyla da bunun bir alakası vardır.
Çünkü Müslüman, tarihi düz bir çizgi olarak algılamaktansa çok boyutlu bir perspektifi elde etmeye çalışır. Prizmanın yalnız bir yüzünden “aydınlanmayı” değil, kalan yüzlerine de göz atarak, kıyamete kadar olan olaylar silsilesine dair bir takım çıkarımlarda bulunmaya çalışır. Burada elbette, konumunu her daim Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’de belirlemesi kendisi adına hayırlı olacaktır. Örneğin; Kur’an-ı Kerim’de Nuh peygamberin hikayesi anlatılırken, peygamberin tebliğ olarak anlattıklarına inanmayanların düştükleri hal gösterilir; bununla beraber, Nuh peygamberden çok sonra gelenlere Nuh’un salih tavrı da örnek verilir. Kısacası tarih, geçmiş gibi kavramlar en az iki boyutlu olmak üzere Kur’an’ı okuyanların önüne serilir. Müslüman da buradan yola çıkarak ne modernist bir gözlükle tarihi tek bir çizgiye hapseder ne de post-modernist bir gözlükle tarihi karmaşıklaştırıp, hakikatten yoksun kılmaya çalışır.
Tekrar yazının başındaki kıssaya dönelim. Kayıtlara geçen vakıa, Tanzimat Fermanı’yla başlayan Osmanlı’daki toplumsal bocalama döneminin en güzel örneklerinden biridir. Alenen Müslüman olmadığını belli eden bir takım işlerde bulunan insana, kendi milletinden* olmadığını gösteren bir ifade olarak ‘gâvur’un (kardeş bir ifade olarak da kâfirin) kullanılması, düşünülmesi serbest olmakla birlikte, ifade etmek bakımından kerih (kötü) görülmektedir ve de suç sebebi sayılmaktadır.
“Tahammül mülkünü yıktın hülâgû han mısın kâfir! / Aman dünyâyı yaktın, âteş-i sûzan mısın kâfir!” beytinde dile getirdiği gibi Şair Nedim’in bir iltifat amacıyla kullandığı “kâfir” kelimesinin, zamanla suç unsuru haline gelmiş olması Tanzimat ve devamında yaşanan “değişim”in habercisi gibidir. Bu değişim öyle etkili olur ki, günümüzde bile etkilerini halen görebilmek mümkündür. Bu etkileri ifade özgürlüğü ve din gibi bazı çerçeveler içinde günümüz meselelerini değerlendirdiğimizde görebilmek mümkün olabilmektedir.
Örneğin okulunda gerçekleşen bahar şenliklerine İslami bir gözlükle bakmayı ve burada yaşanan onun uygun görmediği bir takım olayları insanlara hatırlatmayı, kendisine farz kılınmış olduğunu bilen halis niyetli gençlerin ifade özgürlüğü kapsamında kınanması ve kaleme aldığı şeylerin değişime zorlanması gibi hususlar, az önce mevzu bahis olan “değişim”in halen daha yaşandığını bizlere göstermektedir. Tıpkı kıssada olduğu gibi, bu gayeye sahip olanlar gavura gavur dediği (kafire kafir dendiği) için cebren bir “ifade özgürlüğü” kılıfına sokulmaya çalışılmıştır. Bir diğer deyişle; bu arkadaşlara dini yaşantılarına “çizgi” çekilerek, aslında “o kadar da özgürce dinini yaşayamazsın” denilmiştir.
Şüphe yok ki bir Müslüman, dininin gereği olarak kendisini aziz hisseder. Çünkü o, insanlığa cahiliye karanlığından çıkış yolu gösteren bir peygamberin ümmetinden biridir ve yine aynı misyonla insanlara karşı emr-i b’il maruf & nehy-i an’il münker (iyiliği emredip kötülükten sakındırma) emri gereğince hareket etmektedir. Bu bilince, bu duruşa sahip olduğu sürece Müslüman, aziz kalmaya da devam edecektir.
Bu bakımdan, ne şekilde ve nasıl bir üslupla yapılacağı ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte, Müslüman’ın kötü gördüğü şeye kötü demesinde, Allah’ı alenen inkar eden hareketler üzerine yaşayan ve bundan gocunmayan insanlara da gavur/kafir demesinde bir mahzur yoktur; üstüne, bu onun vazifesidir. Hele ki dinin sekülerleştirildiği ve ifade özgürlüğü namına Müslümanların en kutsal değerleriyle (Peygamber efendimiz S.A.V. gibi) alay edilmeye müsait kılındığı zamanlarda adeta Müslümanlar, şairden mülhem, ‘dehaları değil belgeleri’ temsil etmektedir.
Temsil ettiği değerler itibariyle, Müslüman’ın Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’den gayrı bir yolda olan her şeyi ‘aşağılık, utanç vesilesi, insanı küçülten veya saygı duyulmaması’ gereken şeyler olarak görmesinde de elbette sakınca yoktur. Müslüman’ın saygı duymadığı şeyleri, ‘kimse sizin dininize karışmıyor ki’ bahanesiyle, ‘ifade özgürlüğü’ kılıfı giydirilerek, ona zorla benimsetmeye çalışmak güya savunulan ifade özgürlüğü kapsamında büyük bir çelişkiden ötesini içermemektedir.
İlim yuvasının, inancın, dinin, eğlencenin, özgürlüğün ve bilumum hayati kavramların içinin boşaltıldığı bu zamanlar ne yazık ki bu toprakların uzun yıllar boyunca maruz bırakıldığı ifsada (bozulmaya, çürümeye) şahitlik etmeye devam etmektedir. Acı olan durumsa, bu durumun sadece birkaç yıllık mesele gibi algılanması ve tıpkı kıssada göründüğü gibi, uzun bir sürecin bu sonucun ortaya çıkmasında etken olduğu gerçeğinin görülmemesidir.
Hadisten mülhem; zamanın garibi olan Müslüman, böyle görülmeye ve cahiliye devrine dönmek isteyenlerce de hakir görülmeye devam etmesine rağmen Allah’ın izniyle sesini duyurmaya ve “kral çıplak!” demeye devam edecektir.
* Millet kelimesinden kasıt, ulus-devlet kavramında değerlendirilebilecek “millet” kavramından ziyade, Kur’an’da Bakara Suresi 120.ayette Arapça metinde geçen ‘millet’tir.