Son zamanlarda gündem epey karışık: Bir yandan Ortadoğu’nun yeniden yapılanmasında Türkiye’nin belirsiz rolü ve yeri, bir yandan ekonomik çalkantılar, bir yandan orta öğretimdeki başörtüsü serbestisi ve bir yandan da Yusuf Kaplan ‘tweetleri’ derken kamuoyunda yeterli ilgiyi görmesinin önüne geçilen Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) Seçimleri!
Anayasa’nın 159. Maddesinde “mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı esaslarına göre” kurulması ve görev yapması öngörülen bu kurul, devletin egemenlik yetkisini kullandığı yargı fonksiyonun doğru işlemesi açısından hayatî öneme sahiptir. İşte devletin en önemli kurumlarından biri olan HSYK’ nın seçimleri yapılmaktadır. Seçimlerin Yargıtay ve Danıştay aşamaları tamamlanmış olup, seçimlerin tümü 12 Ekim’de sonuçlanacaktır.
Bu seneki HSYK seçimleri biraz daha farklı. Bir kere her şeyden önce ‘çarşı karışık’! 17-25 Aralık Operasyonlarının ardından devletin en üst makamları devletin fonksiyonları içine sızmış bir paralel yapıdan söz etmeye başladılar. Aslında Ergenekon, Balyoz, KCK, Poyrazköy, Odatv, Askerî Casusluk gibi son dönemin siyasî davalarında bu yapının devlet içerisindeki etkin varlığı gerek sanıklar ve sanık avukatları gerekse de çeşitli siyasetçiler tarafından dile getirilmişti. O dönemde bu ‘paralel yapı’ nın faaliyetlerini ülke için keyifli gelişmeler olarak gören iktidar partisi, birbirinden ciddi yolsuzluk iddiaları ve sosyal medyadan yayılan ses kayıtları sonucunda bir anda paralelkenarla dik çakışınca ilk defa bu yapının varlığını “millî güvenlik tehdidi” olarak nitelendirmiş ve bu yapıya karşı geniş çaplı bir savaş başlatmıştır. Paralel yapı olarak nitelendirilen Gülen Cemaati ile AKP’nin iktidar partisi olarak girdiği bu savaşın yargı ayağının en önemli ve ciddi kısmı da şu günlerde yapılmakta olan HSYK seçimleridir.
Bir yanda iktidar partisinin desteklediği iddia edilen Yargıda Birlik Platformu, bir yanda Cemaat ile yakın ilişkisi olduğu söylenen adaylar, bir yanda Yargıçlar Sendikası ve YARSAV tarafından desteklenen sol eğilimli adaylar ve bir yanda da sosyal demokratlar olarak nitelendirilen grupların bu seçimde adaylarını ortaya çıkardıkları görülüyor. Açıkçası aday ve seçmenlerin bölünmüşlüğü konusunda net bir tablo çizmek kolay değil. İşin gerçeği, bana kalırsa, esas ilgilenilmesi gereken konu da bu yapıların varlığı değil (bu apayrı ele alınması gereken bir konu).
Asıl konu yargı organının bu kadar açık ve derinlemesine SİYASALLAŞMASI!
Tamamen bağımsız olmasını beklediğimiz ve hukukî güvencemizi tarafsızlığına dayandırdığımız yargı organının bu güvenceyi bize sağlayan en önemli kurumunun seçimi âdeta bir mahallî seçim havasında yürüyor. Yargıda Birlik Platformu devlet imkânlarını kullanarak adliye koridorlarında propaganda yapıyor. AKP Grup Başkan Vekili Mahir Ünal da çıkıyor seçimleri belli bir zümrenin kazanması hâlinde seçimi gayrı meşru sayacaklarını açıklıyor (hangi yetkiye dayanarak yapacakları meçhul).
Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş diyor ki: “Dolayısıyla biz yargının, yürütmenin, yasamanın hepsinin birbirinden ayrı olması, bağımsız olması ama hepsinin üstünde de milli iradenin olması gerektiğine inanıyoruz”. Bu iyi hazırlanılmış ve derinlemesine düşünülmüş açıklama bir yandan kuvvetler ayrılığı diyor, bir yandan da millî iradeyi üste koyuyor. Numan Kurtulmuş’un millî iradenin somut varlığının yasama organı olduğunu bildiğinden eminim. Bu itibarla, bu açıklamada açıkça yasama organının diğer kuvvetlerin üzerinde konumlandırılması gerektiği düşüncesini kabul etmenin hiçbir koşulda mümkün olmayacağını belirtmeliyim.
Bitti mi?
Cumhurbaşkanı konuşmadan olur mu hiç?
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da diyor ki: “Şu 12 Ekim’i görelim, sonra herhâlde hükümetin de devletin başı olarak şahsımın da bu tabloya göre bir B, C planı olacaktır”. Bu açıklama da yargının uzun bir süre bağımsız olamayacağını ve her türlü girişimle siyasal iktidarın güdümüne sokulmaya çalışılacağı düşüncesini destekler niteliktedir.
Kısacası konuşmayan kalmamış!
Yargıtay’daki seçimin hükümetin istediği gibi sonuçlanmaması üzerine Danıştay’daki seçim de dün (29.09.2014) hükümetin desteklediği iddia edilen adayların hüsranıyla sonuçlandı. Bu kayıplarla birlikte siyasal iktidarın her zamanki gibi giderek saldırganlaşmasını kaçınılmaz bir gelişme olarak görmek mümkün.
Şunu iyi anlamak gerekiyor; esas problem ‘paralel yapı’ olarak nitelendirilen Cemaat ile savaşmak değil. Devletin içerisine sızmış her türlü siyasal güdümlü ‘paralel’ yapılanmalarla kanunlar çerçevesinde mücadele edilmeli ve böyle bir mücadele de desteklenmelidir. Ancak devlet organlarının bu yapılanmalara bir halk pazarı gibi açılması da kabul edilemez. Bunun sorumluları da yine BAĞIMSIZ ve TARAFSIZ YARGI önünde hesap vermeleri gerekir.
Ancak bu mücadele esnasında uzun vadede daha ciddi problemlerin önü de kesilmelidir.
HSYK seçimlerinin sonucu, siyasî etkilere bu kadar açık bir ortamda – Cumhurbaşkanı’nın düşüncelerinin tersine – bu sonuç her ne olursa olsun sağlıklı olması mümkün değildir. Kaldı ki Avrupa Yargıçlar Birliği de bu seçimin güvenli bir ortamda yapılmadığını, seçimin adil ve şeffaf yapılabilmesi için gözlemci göndereceğini açıklamıştı. Sadece Türkiye’de değil uluslararası camiada da yargı bağımsızlığımızın varlığı fazlaca tartışılır hâle gelmiştir.
Sonuç şudur: İktidar partisi paralel yapıyla mücadele etmelidir; ancak bu uğurda kendi siyasal görüşüne endekslediği, kendisini hukukî denetimden fiilî olarak muaf tutacak olan bir yargı organı yaratılmamalıdır. Bu Türkiye’nin geleceği için oldukça tehlikeli bir durumdur. HSYK Seçimleri üzerine bu kadar cüretkâr açıklamaların yapılması, siyasal iktidar tarafından bir grubun açık açık desteklenmesi bu seçimi zaten yaralamıştır. Bu seçim siyasal bir seçimdir. Doğru işleyen bir yargı fonksiyonun çalışmasına yönelik kendi içinde yaptığı bir seçimden öte YARGI BAĞIMSIZLIĞIN ve TARAFSIZLIĞININ GÜVENCESİ olan bir kurumun siyasal konumlandırılması meselesi hâline gelmiştir.
Üzgünüm ama bu durum, çoğunlukçu bir iktidarın hukukî denetimini tehlike altına sokmakta ve bu sebeple ülkeyi çoğunluğun tiranlığı ve hatta faşizm tehlikesiyle karşı karşıya bırakmaktadır.